Bir yıl geçmişti, bu sürede hayatım hızla değişti. Memuriyetin verdiği avantaj mı, kişiliğimden mi kaynaklandı, bilemiyorum; çok sayıda arkadaşım olmuştu. İnsanın hayatına dokunan ve hiç unutmadığı, unutamayacağı, “iyi ki tanımışım, iyi ki benim hayatıma girmiş” dediği insanlar vardır. Ben de 40 yıl sonra hayatıma giren insanları yazarken, o günleri, onlarla birlikte tekrar yaşadım.

Bir yıl dün gibi geçti, sanki 40 yıldır Karamürsel’de yaşayan biri gibi rahat ve huzurluydum, kötü günler de oldu; memuriyetimin üçüncü ayında 12 Eylül 1980 darbesi oldu, insanların üzerinde silindir gibi geçti, Bütün bunlara rağmen en az zarar gören kişilerdendim. Karamürsel’de sosyal hayat bitmişti, saat 23’ten sonra sokağa çıkma yasağı olduğundan gece 3’lere kadar açık olan işyerleri birer birer kapandı, çoğu iflas etti, insanların yüzü gülmüyordu. Acılar yaşansa da, hayat devam ediyordu.

Ev sahibim Hasan Beydi, büyük balıkçı motorları vardı; balıkçılık yapıyor, kültürlü ve neşeli bir insandı. Takıldığı kahvehanede ev kirasını vermek için buluşurduk, oradaki insanlarla kısa sürede belirli bir hukukum oldu, mesai çıkışı hafta sonları oraya takılıyordum. Kahvehane büyük ve kaliteli bir mekândı, balıkçılar, at yarışçıları, iki masa bilardo vardı, az sayıda bilardocu gurubu vardı.

At yarışçıları gurubundan İbrahim, Kırşehirli olduğumu duymuş; Kırşehir merkezde 5 ay, Kesikköprü karakolunda 7 ay askerlik yaptığını söyledikten sonra devam etti:

“Kızılırmak kenarında devriye geziyorduk, yakın köyde düğün vardı. Yemek yemeye gittik, ilk defa bilya gibi yuvarlanmış sulu köfteyi orada yedim, çok hoşuma gitti, Saz, keman, darbuka çalıyor, köçek oynuyordu, köçeğe yorgan getirdiler, düşürmeden havada çeviriyordu.” İlk defa orada gördüğünü, Kırşehir’i çok beğendiğini, fabrikada çalıştığını söyledi. Babasının meyve bahçeleri vardı, iyi arkadaş olmuştuk.

“Kahvede biraz saf olduğu, hallerinden belli olan, ocakçılık, garsonluk yapan, müşterilerin taleplerini yerine getiren bayağı iri yapılı, dalgalı saçlı, yakışıklı biri dikkatimi çekti. Büyük küçük herkes ona artist diyor, ama o hiçbir tepki vermiyordu. Kahvenin sahibi Zekai ile de iyi arkadaş oldukları belli oluyordu. Zekai’ye: “Herkes bu adama artist diyor, ben artist diyemiyorum, adının ne olduğunu sordum.” Zekai: “Karamürsel’de herkes ona artist der, sadece annesi adını söyler. Artist olmadan önce Boşnak Yusuf’tu, sen ne dersen de.” dedi.

“Arada birkaç gün geçti, Yusuf Bey çay verir misin? dedim, biraz da yüksek sesle, “bana artist diyebilirsin.” dedi. Bozuldum, birazda alınganlık gösterdim, “tamam artist” dedim.

Kahveye gittiğimde Zekai tek başına otuyordu, Artist ile aramızda geçenleri anlattım güldü, bu adama niye artist diyorlar dedim.

Zekai başladı anlatmaya: “Aynı mahallenin çocuklarıyız, benden dört yaş büyük ama hep beraber gezeriz, babası Besim amca memurdu, mahallenin en iyi adamıydı, babamla çok samimiydi, ailece görüşürdük, emekli oldu, sonra iki yıl ancak yaşadı. Annesi Gülay yenge, çok iyi biri, yardımsever, en iyi boşnak böreğini o yapar, Yusuf’un durumuna üzülür, bana sahip çıkmamı söyler. Bir iş yapıp yapmadığını sordum; amcası ile beraber mezar kazardı, amcası ölünce tek başına mezar kazmaya başladı, seçicidir, haftada birkaç defa gider, parasını aldığında babasının çok sevdiği tulumba tatlısından alır, kahveye dağıtır. Halen ara sıra mezar kazmaya gider.

Belirli bir işimiz yoktu tanıdığımız biri, pazar günü köyde film çekildiğini söyledi, araştırdık doğruymuş, çok yakın köydü. Ertesi gün erkenden köye gittik, büyük bir oda, eşyalarla döşemişler, yönetmen bağırıyor, çağırıyor, çekimler tekrarlanıyor, çekim sahnesi değişiyor, canlı canlı film seyrediyorduk, her gittiğimizde değişik sahneler çekiliyor, etraftaki insanlar, kalabalık yapması için zaman zaman sete çağrılıyordu. Yönetmen yanımıza yaklaştı, çekimlerin yarın biteceğini, kalabalık olması gereken sahne ile mezar eşme sahnesi var kazma kürek getirebilir misiniz? dedi. Orada biri: Karamürsel’in en iyi mezar kazıcısı burada, dedi, Yusuf’u gösterdi; kazma kürek getirebilir misin? Yusuf da, tamam, dedi. Ertesi gün erkenden köye gittik, yönetmen, mezarlığı kontrol etti, “mezarlık girişine mezar eş, derin olmasın.” dedi. Yusuf da mezarlığa doğru gitti, çekimler başladı başrol oyuncusunu öldürdüler. Caminin avlusunda boş tabuta cenaze namazı kıldık, çekimler devam ediyor, tabutu mezarlığa doğru götürüyoruz, mezarlığa yaklaştık, çekim durdu. Yusuf’a ne yapacağını anlattı, mezara doğru baktı, bayağı mezar kazmışsın, dedi, çekimler başladı, Yusuf’u çekti, stop dedi, çekimler bitmişti. Yusuf, yönetmene “adamı getir buraya gömelim, bu güne kadar benim kazdığım mezardan çıkan olmadı!” dedi, yönetmen güldü, ihtiyaç olursa seni tercih ederim, yönetmen para vermek istedi, kabul etmedi, cebine zorla parayı soktu. Tabutu camiye götürdük, filmde kullanılan eşyaları kamyonete yükledik, teşekkür ettiler, köyden ayrıldılar. Evlerini ve eşyalarını kullandıkları kişilere bayağı para ödedikleri söylendi. Bizim için de eğlence bitmişti, kazmamızı küreğimizi aldık, Karamürsel’in yolunu tuttuk, Yusuf, yönetmen 20 lira vermiş, yarısı senin.

Biz varmadan Yusuf’un namı ilçeye varmış, tanıyanlar artist olmuşsun diyor, sesini çıkarmıyor, hoşuna gidiyordu. Artık filmin ne zaman gösterime gireceğini merak ediyorduk, ilçedeki sinemacıya filmi ne zaman getireceğini sorduk: “Seslendirme işleri var, bir ayı bulur.” dedi, Yaklaşık bir ay sonra gittiğimizde, afişlerinin ve fragmanının geldiğini, haftaya da filmin geleceğini söyledi, Yusuf’a esprili bir şekilde afişte adının olmadığı, fragmanda da gözükmediğini söylediğimde, üzüldüğünü fark ettim.

Film gelmişti, sinema salonu tamamen dolu, film başladı, herkes heyecanlıydı, çekimlerde seyrettiğimiz sahneler sinemada daha hızlı gözüküyordu, çekilen bazı bölümler yoktu, sonuna doğru Yusuf gözüktü, alkış, tempo, ıslık sinema yıkılıyordu, bir dakika ancak gözüktü ama, başrol oyuncusunu ezdi. Film gece gündüz bir hafta oynadı, Yusuf tüm seansları izledi. Karamürsel’de hayatında hiç sinemaya gitmeyenler bile sinemaya gitti, herkes Yusuf’u konuşuyordu. O dönemde belediye başkanlığına aday olsa kazanırdı. Gösterim bitti, artık Yusuf yoktu, herkes "artist" demeye başladı, ilçede "artist" ismi tescillendi, Yusuf diyenlere kızıyor, cevap bile vermiyordu.

Bir hafta sonra sinemacı ile karşılaştık, bizi yemeğe götürdü. Yemek sırasında artist’e “Bir filmde 10 dakika oynasan Karamürsel’in en zengini ben olurum, ilk defa iyi para kazandım, piyasaya bütün borçlarımı ödedim, bundan sonra sinema size bedava, dedi. Artık Yusuf yoktu, artist vardı, böyle artist oldu.” dedi.

Artık benim için de artistti, Yusuf yoktu, Karamürsel’de kaldığım sürede hep artistti, boş yere alınganlık yapmışım, bozulmuşum adam gerçekte artistmiş, çok samimi olmasak da, bir artistle aynı mekândaydım.

Aradan geçen yaklaşık 25 yıl sonra, aynı dairede beraber çalıştığım bir arkadaşımdan Zekai’nin telefon numarasını öğrendim; aradım önce çıkaramadı, konuşunca hatırladı, hasta olduğunu söyledi, uzun uzun konuştuk, herkesten bahsetti. Ev sahibimin öldüğünü daha önce duymuştum, Artist’i, İbrahim’i sordum. Artist’in 2013 yılında öldüğünü, bugüne kadar Karamürsel’de gördüğü en kalabalık cenazenin olduğunu söyledi. İbrahim’in Bursa’ya taşındığını, babasından meyve bahçesinin kaldığını, yaz aylarında gelir, üç dört ay kalır, meyveleri satınca gider, geldiğinde görüştüklerini söyledi. Kahvehanenin yeri Milli Emlak’a ait olduğundan bizi çıkardılar, 2010 yılında bir gebeşe sattılar, şimdi önünden geçmek bile paralı, dedi. Anlayacağın, bizi parçaladılar, her birimizi savurdular, dedi, en son aradığımda telefona oğlu çıktı, babasının iki ay önce öldüğünü söyledi, konuşamadım.

Yıllar önce açtığım kapı kapanmıştı. Hayatım boyunca unutmadığım, unutamayacağım, iyi ki tanımışım, benim hayatıma iyi ki girmiş dediğim insanlar artık yoktu, 40 yıl geçti, şimdi hayatta olmasalar da aynı güzelliği, aynı heyecanı yaşattılar, rahmet ve saygılar.

 

[Okuduğunuz yukarıdaki hikâye; hayatım boyunca bana rehberlik eden, kendisinden çok şey öğrendiğim, büyüğüm, abim Mahmut Yıldız’ın edebi ve mizahi hislerinin küçük bir kısmıdır.]