Her yıl tam bu zamanlarda (mayısın son haftası, haziranın ilk haftası), şehrin hâlâ betonlaşmayan caddelerinden bir koku yayılır. Küçücük ağaçta bile kokusu her yerden hissedilir.. İğde ağacının kokusundan bahsediyorum. Her yer betona dönüşse de kokusu her yere yayılıyor. Bu tabiat güzelliği yaklaşık 10 gün sürüyor…
İğde ağacı, kendisi dikenli ancak çiçeğinin kokusu, insanın ciğerlerine işliyor, sabahın ilk ışıklarında, şehir daha uyanmamışken, bu kokuya armonik bir şekilde eşlik eden kuşların sesini duyuyorum… Yalnız ağaçların etrafı insanoğlu tarafından vahşi bir şekilde çöplük olarak kullanılmış. Ama yine de çiçek açmış ve koku yaymış…
Sabah biraz daha erken kalkıp işyerine iğde kokusunu yaymak için küçük iğde dalları topluyorum. Sonra otobüse binmek için durakta bekliyorum. Durakta her gün yaklaşık 15 kişi oluyor. İçlerinde en büyüğü, torun sahibi olduğunu söyleyen bir kadının sesi diğerlerine göre daha gür bir şekilde çıkıyor. Taşeron şirketlerde geçici olarak çalışıyorlar. Aralarında birbirlerine ‘ekmek yardım fişi aldın mı?’ diye soruyorlar.
İş çıkışı alışveriş sonrası elimde poşetler, zor taşıyorum. Akşam dönüşte yine belediye otobüsünü beklerken eski bir arabanın geriye döndüğünü ve aracı süren kişinin bana seslendiğini farkettim. ‘Abi’, ben seni tanıyorum, evine götüreyim’ dedi. Arabaya biner binmez kendisinden değil de babasından bahsetti. ‘Babamı tanırsın, tapudan emekli, ayakkabı boyacılığı yapardı’ deyince ‘elbette tanıyorum’ dedim.
Babasının yaklaşık altı yıl önce akciğer kanseri nedeniyle öldüğünü söyledi. Evlerimiz çok yakındı. Babasını hem tapuda çalıştığı dönemden, daha çok da ayakkabı boyacılığı yaptığı son yıllardan tanıyorum. Çok sigara içerdi. Ankara Caddesinde Demir Optik’in önünde boya sandığı ile birlikte ömrünü tüketti. Kıymetli şefim Mahmut Bey ara sıra ona espri yapardı: Mustafa!, sana eski bir yazarkasa ayarlayacağım, derdi, -fiş kesmesi için- Lâkabı Cim bom Mustafa’ydı.
Oğlu, babasının beni çok sevdiğini söyledi, halbuki çok fazla bir hukukumuz oluşmadı hiç. Ölen bir kişinin ardından, belki adımı bile bilmiyorken hakkımda ölmeden önce oğluna söyledikleri sözler benim için önemliydi. Oğlu da bana çok yakınlık gösterdi. Bu olaydan sonra yazar Henry David Thoreau’a ait şu küçük hikâyeyi hatırladım:
“Bir gün köydeki bahçemde toprağı çapalarken omzuma bir serçe kondu. Omzuma takılacak hiçbir apoletin beni o andaki kadar seçkin kılamayacağını hissettim.”
Mustafa abi de bir serçe misali kondu ve göçtü. Önemli olan iyi hatırlanmaktır, herkes tarafından…
O ayakkabı boyacısının hayatı çoğunluğun hikâyesidir; Orhan Kemal'in eserlerindeki gibi yoksulların, Neşet Ertaş'ın türküsündeki gibi “Ne yaşamış, ne yaşıyor, ne yaşar” ların hikâyesidir.
*
Saklı Kalan Şiirler Köşemizde bu hafta ilk şiirimiz 1960’ların başından, Fransız şairi Prévent’in bir şiiri: Cenazeye giden iki salyangozun öyküsü…
“İki salyangoz kalkmış gider
Ölü bir yaprağın cenazesine
Sırtlarında kara kabuklar
Boynuzlarında kara tüller…”
Ama mezarlığa varınca ne görsünler bizimkiler?
“Bahar gelmiş çoktan
Bütün ölü yapraklar
Dirilmiş kalkmışlar ayağa…
İki salyangoz
Kalmış mı ortada kara kara…”
* *
İkinci şiirimiz 1944 yılından, şair: Emin Ülgener.
SERÇE
Mevsimlerin götürdüğü
Bir damlacık yaştı serçe
Son seferini sürdüğü,
İlk güne yaklaştı serçe..
Çare düşündüğü derde
İnsan bulur yalnız yerde
Allah’ı gördü göklerde
Ve vuruldu düştü serçe..
**
Üçüncü şiirimiz de 1944 yılına ait, şairimiz Şükrü Enis Regü.
BU SABAH
Ne güzel, ne güzel bu sabah Rabbim
Asude ırmak, tozpembe ufuk.
Ve bir rüya bahçesinde gezinen
Yaramaz çocuk.
Bir tazelik var bu sabah içimizde
Yağmur yağmış, kokular yayılmış dallardan.
Kuşlar ve ağaçlar sarhoş
Herkes memnun yaşamaktan.
Islak şarkılar dolar gözlerimize;
Bu sabah gökyüzü ne güzel Rabbim
Maviliğini dökecekmiş gibi üstümüze.