Nasreddin Hoca odun kesmek için ağaca çıkmış. Bindiği dalı, dibinden baltalamaya başlamış, aşağıdan da bir ahbabı geçiyor.
--- Aman Hoca dikkat et! Bindiğin dalı kesiyorsun. Sonra düşersin! Diyesi gelmiş. Hoca aldırmamış. Zaten dal da pek kalın değil.. dördüncü baltada çatır çatır kırılmış; Hoca da, dal da aşağı inmişler.. Düşme sersemliği geçer geçmez adamı yakalamış:
--- Mademki sen benim düşeceğimi bildin! Ne zaman öleceğimi de bilirsin!
Adam:
--- Yok canım! O değil. Göz göre göre sen bindiğin dalı kesiyordun, falan gibi cevap vermişse de yakasını kurtaramayınca:
--- Elin ayağın soğumaya başlayınca öldün demektir, demiş kurtulmuş.
Hoca bu malûmatı aldı ya! Ara sıra elini ayağını yoklarmış. Günlerden – herhalde bir kış günü- eli ayağı fazlaca üşümüş.. âdeta hissini kaybetmiş.. Hemen Hoca karısını çağırmış:
--- Yahu! Ben öldüm. Bak elim ayağım soğudu, demiş.
Kadıncağız da Hocaya çok inanır.
--- Vah vah vah! Diye ağlamaya başlamış.
--- Yahu! Ağlayıp durma! Benim tedarikime bak! Git haber ver etrafa!
Kadın çıkmış, konuya komşuya haber vermiş:
--- Bizim Hoca, sizlere ömür!
--- Aaa! Kim söyledi? Neden bildin? Gibi soruşturmuşlar; kadıncağız ağlıyarak;
--- Zavallının kimi var ki.. kendi öldüğünü kendi haber verdi, demiş..
O zamanın ahalisi de Hocanın lâfına ve Hocaya dair lâflara inanır adamlarmış.. Kalkmışlar eve gelmişler. Hocayı yıkamışlar, sarmışlar, sarmalamışlar. Tabuta koymuşlar, namazını kılmışlar.. mezarlık yoluna düşmüşler.. yol şimdikiler gibi asfalt değil.. İstanbuldaki bazı “Museum” levhaları gibi işaretleri de yok. Bir yerde yol ikiye ayrılmış. Cenazedekiler tereddüt etmişler:
---Sağdan mı gidilir, soldan mı? Diye.
Hoca da içeriden dinliyor. Bakmış ki yolu şaşırmışlar:
---Ben sağlığımda sağdan giderdim, diye seslenmiş.. ve oradan gitmişler. Hocayı eski boş bir “lâhid”e gömmüşler.. ve çekilip gitmişler.
Hoca bir müddet yatmış.. eh kolay değil. Hava da soğuk.. kımıldanmaya başlamış. Derken bir takım sesler işitmiş.
--- Galiba âhiretteyim! Diye üstündeki hafif toprağı silkip mezarda doğrulmuş. Hava ayaz. Ay mehtabı da var. Birdenbire bir takım katırların ürküp kaçıştıklarını görmüş.. Katırcılar katırları yakalamışlar. Meğer çanak çömlek, fincan taşıyan katırlarmış. Mezarlıktan geçerlerken, Hocayı görünce ürkmüşler, tabii fincan, tabak ne varsa taşıdıkları, kırılmış.. bunu gören katırcılar Hocaya yanaşmışlar:
--- Sen kimsin be? Diye sormuşlar.
--- Ben ehl-i kuburum! (mezarlık ahalisindenim)! demiş.. bakmışlar ki Hoca ipsiz sapsız konuşuyor. Katırları ürkütüp fincanların kırılmasına sebep olduğu için biraz pataklamış, bırakmışlar.. Hoca da dayağı yedikten sonra:
--- Âhirette de iş yok! Diye sabaha karşı eve dönmüş.
--- Ertesi gün Hocayı kahvede görenler:
--- ooo! Hoca! Hoş geldin.. ne var ne yok öbür dünyada?
Hoca içini çekerek:
--- Fincancı katırlarını ürkütmezsen hiçbir şey yok kardeşler! Cevabını vermiş..
***
“Hocayı bostan sahibi yakalamış. Bir iki karpuz koparmıya girmiş imiş. Yapamadan enselenmiş. Adam şirret!
--- Ne yapıyorsun burada! Diye bağırmış.. Hoca başka mazeret bulamamış..
--- Aptest bozuyordum! Adam aksi.. İddiayı incelemek istemiş.
---Nerede? Diye sormuş. Hoca da şöyle bakınmış, oracıkta bir inek fıskısı görmüş..
---İşte! Diyivermiş.. Adam gerçeksever bir adam. Bakmış ve:
--- Bu insan tersi değil.. demiş. Hoca da:
--- E, insan gibi yapmaya bırakmadın ki.. cevabını vermiş.”
***
Hocanın karısı da Hoca kadar nüktedanmış: Bir gün Hoca çarşıda dolaşırken açık arttırma ile satılmakta olan bir papağana sahip çıkar, son peyde papağan Hoca’nın üzerinde kalır. Aldıktan sonra da çok pahalı gördüğü için sahibine sorar: “Tavuk kadar bir hindi bu kadar para eder mi?” Sahibi: “Hoca bu hindi değil, papağan” der. Ve, “Birkaç dil konuşur.” Diye de ilave eder. Hoca papağanı bir adamla eve gönderir. Karısı papağanı kestirip pişirmeye başlar. Hoca akşam eve geldiğinde karısına sorar: “Papağanı ne yaptın?” Karısı: “Tencerede pişiyor” cevabını verir. Hoca: “A karı, bu birkaç dil bilirmiş” diye söyleyince, karısı da: “Vallahi bana bir şey söylemedi!” cevabını verir.