“Dulkadirli Yarımkale Köyümüzün ilkokulu 1957 yılında açıldı. Bizim köye 1958’de Hasan Tuncer isimli bir öğretmen geldi. Bu öğretmen geldiğinde beş sınıfın öğrencileri de okulun salon diyebileceğimiz büyüklükte bir sınıfında ders görüyordu. Hasan öğretmenimiz, Trakyalı’ydı, genç, bekâr birisiydi. Ben ikinci sınıftaydım, birinci sınıfımı Kamanlı Mustafa Kutlu isimli bir öğretmen okutmuştu.
Hasan Tuncer öğretmenimiz sınıfları saatlere ayırıyordu. Birinci sınıfın saati belliydi, ikinci sınıfın saati belliydi… Dördüncü ve beşinci sınıfı okuyan öğrenciler dışarıda birinci ve ikinci sınıflara ders verirlerdi; fasulyeyle mısırla sayı saydırırlardı… Biz okula başladık, okulun etrafı beton ve taş duvarla örülü fakat okulun bahçesi kupkuru, okulun içinde ne bir ağaç dikili, ne bir yeşil alan var… Öğretmenimiz bizi köyün çayır dediğimiz bir alanı var ya, oraya götürdü, eylül ayında, orada çim kazdık, biçtiğimiz çimleri kucaklarımıza alarak okula getirdik. Çimlerin altına toprak serdirdi, toprağın yüzeyine bu çimleri düzdük, aralarına tekrar toprak döktük, o zamanlar terkos falan yok, küçük ibriklerle su getirdik, diplerini kapattık. On gün sonra yeşillenmeye başladı bu çimler. Çimler yeşillendikten sonra, bir oda kadar büyüklükte bir alanı yani dört metrekare genişliğinde altı metrekare uzunluğunda bir alanı kazdık, havuz gibi bir şey oluşturduk. Bu çukura ince kum doldurduk, bildiğiniz ince kum. Dolduruyoruz ama ne yapılacağını bilmiyoruz. Meğerse atlama parkuru yaptırmış, yapılınca farkettik… Nisan ve mayıs aylarında tüm öğrencileri kıra götürürdü. Yerdeki karıncayı, arının görevlerini anlatırdı, tabiattaki görevlerini, gökte uçan kekliğin neye faydalı olduğunu, yağmurun oluşumunu anlatırdı… Öğretmenimizde futbol yeteneği de vardı, harika futbol oynardı, çocuklarla da, büyüklerle de… En son, köyümüze adını veren kale var ya, kaleden kağnı ile büyükçe iki-üç tane taş getirtti. O taşlardan uzun uğraşlar sonucunda iki tane Atatürk büstü yaptı, yani heykeltıraşlık sanatına da sahipti. O heykelleri daha sonra toz boya ile boyadı. O kadar güzel yapmıştı ki… Bu büstlerin birisini okulun dışına, diğerini de sınıfın içine yerleştirdi, sınıfın içindeki daha küçüktü. O kadar özverili bir öğretmendi ki, akşam oldu mu, yanına beşinci sınıfa giden öğrencilerden bazılarını alarak onlarla birlikte ders çalışan, çalışmayan öğrencileri pencerelerden izlerdi; çocuk evde ders çalışıyor mu, çalışmıyor mu diye… Hayatını köye, öğrencilerine adamış, özveriyle çalışan bir öğretmendi... Bu arada bir yıl geçti, okul sezonu kapandı, biz üçüncü sınıfa geçtik. İkinci sezonunda yine Hasan öğretmenimiz okuttu bizi… O zamanlar köyde kamyon falan yok, atı var öğretmenimizin, cumartesi- pazar günleri ata biner öğretmenimiz, köylüden sipariş alır, Seyrek Köyüne kadar atla gider, orada atını bırakır, bir kamyona binerek şehre gelir. Köyde elektrik yok, gaz lambası yakanlara gaz getirir, çay-şekeri olmayanlara çay-şeker alır, gecenin bir yarısı gelir tekrar köye. Hasan öğretmen beni dördüncü sınıfa kadar okuttu, üç yıl kaldı, 1961’de köyden ayrıldı.”
Kaynak kişi: Mustafa YILDIZ
*
Songül Ekincioğlu Kayseri’nin Konaklar Köyünde öğretmenlik yapmaktadır. Songül öğretmene, köyden çıkıp gitmiş ve büyük şehirde yaşayan arkadaşından mektup gelir. Mektupta arkadaşı; ‘Gel! Bırak köyü de büyük şehre gel.’ diyor. (Yıl 1972)
Songül öğretmen bir cevap yazdı arkadaşına; “Gelmem!” dedi ve anlattı niçin gelmeyeceğini:
“ Akşam yorgunluğunda aldım
Mektubunu.
Ellerim tebeşir tozuydu
Yıkamak istedim
Su yoktu.
Biliyor musun?
Ömer dersine çok çalışmıştı
Bugün.
Hacer yine saçlarını taratmamış,
Emine parmağını kesmiş,
Kalem açayım derken.
İşte onlarla dolu
Bir günümü daha geride bıraktım
Yorgunum
Mutluyum o kadar da.
Satırlarınca yıkıldım
Akşam yorgunluğunda
Yanık bir türkü inler gibi
Köyümün havasında
Iraktan bir kaval
İşler yüreğimin derinliğine,
Yine seni duyarım içimde
İster istemez.
Bu yanık türküleri unuttun değil mi?
Kaval sesi duymayalı çok oldu.
Ben Anadolu’da
Yaşamın en katısında
Koca kentleri anımsarım,
Arada bir
Boğulacak gibi olurum,
Bir ağırlık çöker üzerime.
Ben tozlu yollarda bir başıma
Öylesine iç içeyim ki insanlarla
Seni anımsarım çok zaman
Kaçar gibi gidişini
Unutuverişini yaşamının ilk yıllarını
Sen sanki kağnı arabalarına binmedin mi hiç?
Bostan tarlaları beklediğin olmadı mı?
Gaz lambasının ışığında
Anan çıkarmadı mı ayağındaki dikeni
Bacın onarırken tek giysini
Öylece beklemedin mi yanıbaşında?
Senin canın
Kırmızı şeker istemedi mi sanki?
Kızgın toprakta ayağın acırken
Sövmedin mi kendi kendine?
Kar diz boyu olunca
Daha bir zor olmadı mı
Okula gitmek?
Bu
Bir kundura özlemi çekmedin mi?
Kör kuyulardan su beklediğin
Arpa ekmeğini gevelediğin günleri
Unuttun mu yoksa?
Kaçar gibi gittin Anadolu’dan
Şimdi beni de çağırıyorsun ha?
Gelmeyeceğimi
Gelemeyeceğimi bile bile
Bu son yanıtımda
Ben sana ”Gel” diyorum
Bırak o batak kenti
Sana yeniden öğretirim
Bu yaşamı
Bu insanları sevmesini
Sen yıllar önce neysen
Yıllar sonra doğanlar
Yine aynı
Değişen bir şey yok.
Onların da kışın ayakları üşüyor,
Onlar da imreniyorlar
Giysisi güzel olanlara.
Onların da canı
Ayaklarına diken batıyor üstelik.
Onlarda seni buluyorum hep
Sen daha kaçıyorsun.
Unutma
Geç kalmış olacaksın,
Bu köyler bizim köylerimiz
Sen gelmezsen
Su akmayacak çeşmelerden
Karanlık bırakmayacak bizi hiç
Sen gelmezsen
Ve
Yaşama doymadan kapanacak gözler.
Gel sen,
Güçlenelim birlikte.
Gel ki
Bu kısır döngüden kurtulsun
Çocuklarımız
Durma artık,
Geç kalacaksın.
Gel, sen, gel ki
Birlikte seyredelim
Güneşin doğuşunu.”