Birazdan gece sona erecek ve gün ağaracak. Fakat şehir hâlâ uykuda… Burası küçük bir şehir ki zaten. Ne kadar her yeri apartman kaplasa da o büyük metropol kentlerindeki bir mahalle kadardır belki buranın gürültüsü. İşte, bu sabahın ilk dakikalarında iki insan grubu var çalışan: birincisi kadınlar; kimisi çocuk bakmaya gidiyor, kimisi belediyenin taşeron temizlik şirketlerinde çalışıyor. Hele içlerinde birisi var ki, yıllardır görürüm, yaşı altmışın üstünde gösteriyor, belki de o kadar değildir fakat geçim derdinde bu yaşta… Herkes ona Hatice Teyze diyor.

Diğer çalışanlar ise elbette çöpçüler. Soğuğun kendisini en çok hissettirdiği o saatlerde nefesleri buhar oluyor soğuktan. Selam vererek geçiyorum yanlarından. Osman abinin çay ocağına geldiğimde ise yine bir emektar işçi var orada oturan. Çöp işinde çalışıyor… Öyle genç falan değil.. Hatice teyze gibi o da altmış yaşın üstünde gösteriyor. Çalışmaya bir beş dakika mola veriyor, sobanın yanında biraz ısınmak için. Onu da yıllardır tanırım, konuşmuşluğumuz da var, fakat ne o benim ismimi bilir, ne de ben onun… Emeklilik doldu mu diye sordum, şubatta doluyor, dedi. Yüzünde bir samimiyet, alnında yılların çilelerinin yoğurduğu kalın çizgiler… Bu yaşta büyük bir özveriyle yapıyor işini.

İnsanı tanımak zor mudur gerçekten? En çok da bundan dert yanarız belki. Ben o işçinin adını bile bilmeden, birkaç dakika konuşarak tanıyorum aslında onu. Hem çok fazla tanısam ne olacak ki! Şu hayatta ne çok insan tanımışızdır ki, artık bir bağımız, dostluğumuz kalmamıştır onlarla… Ama emektar çöpçü ile arkadaşlığımız, bakın birbirimizin adını bile bilmeden arkadaş olabiliyormuşuz demek! Emekli olunca köyde atadan kalma bir kerpiç evi olduğunu, artık köyde bahçe işleri ile uğraşacağını söylüyor. Ona sormuyorum, şimdiye kadar neler yaptın, başından neler geçti, bu yaşta bu işi niye yapıyorsun, diye! O da bana demiyor, işim zor değil ama yüküm ağır, hayatın yükü… Ancak ben okuyorum gözlerinden; her şeye rağmen devam eden bir hayat var, hayat varsa çile de var, hüzün de sevinç de…

Gün ışıdı, saatler öğlene yakın, caddede lostra salonunun içinde müşteri bekleyen ayakkabı boyacısı Ercan abinin yanına gidiyorum. Onu da yıllardır tanırım. Aslında o herkesi tanır. Nedense aklımda hep ayakkabı boyacılarının her şeyi bildiklerini, uçan kuştan haberleri oldukları kalmış. Şimdi hatırladım, Aziz Nesin’in bir hikâyesinde geçiyordu yanılmıyorsam; Bu hikâyenin kahramanı siyasi mahkûm cezaevinde cezasını çektikten sonra küçük bir kasabaya taşınmıştı. O zamana kadar kasabada ne kahvehane, ne ayakkabı tamircisi, ne de simitçi vardı. O gelince esnaf da gelmişti, esnaf dediğime bakmayın, onu takip edenler tabi ki!

Elbette Ercan abi böyle birisi değil. Genelde o konuşur, ben dinlerim; “Bir gün caddedeki taksi durağının olduğu yerin köşesindeki duvarda genç bir kız ağlıyor. On altı, on yedi yaşlarında bir çocuk..Yanınına gittim, derdin ne diye sordum. Buraya bir arkadaşının mı yoksa akrabasının mı yanına gelmiş, o kısmı tam hatırlamıyorum fakat otobüs parası yokmuş memleketine dönmek için. Ben de çıkardım verdim bir miktar para.

Aradan yıllar yıllar geçti, bir gün Konya’da Adliye’nin önünden geçerken, bir resmi araç beni durdurdu ve Adliye’ye götürdü, elbette çekingenlik gösterdim. Sonra savcının makam odasına aldılar beni. Karşımda genç bir savcı vardı. O genç kız bana sordu, beni tanıdın mı diye, ben de hayır, dedim. Ben, dedi, yıllar yıllar önce Kırşehir’e geldiğimde memlekete dönecek yol param olmadığı için cüzdanınızdaki tüm parayı bana vermiştiniz, yol parası yapmam için, gözleri doldu. İşte o genç kız benim. Sizi pencereden gördüm, yürüyüşünüz aynıydı, hemen tanıdım. Ben de, kim olsa o hareketi yapar, dedim…”

İşte sıradan bir günde üç insanın küçücük hikâyeleri bunlar. Hile yok, haksız kazanç yok, alınteri var, emeğin yüceliği var. Sahip oldukları şeyler küçük ama hayalleri sonsuz olan insanlar bunlar.

*

Bu haftaki Saklı Kalan Şiirler köşemizin ilk misafiri Azerbaycanlı şair Bahtiyar Vahapzade. 1968 yılında yazılmış bir şiir:

 

İKİ KÖR

 

Bir kör tanıyıram, gözü körse de

özü kör değil.

Bazan gam odunda kavrulursa da,

Aklına, hissine o, nankör değil.

Geceli, gündüzlü yazır, okuyur.

Aklının gözüyle o görür, duyur.

 

Ancak… biri de var… kör değilse de

gözügörmeyir.

Dostu göz önünde öldürülse de,

                                 “görmedim” deyir…

 

Yahşıya ortaktır, yamanı görmür,

o saate bakır, zamanı görmür

fikrini, hissini uçadan demez,

bazen gördüğünü görmek istemez.

 

Gözleri görmeyen kör değil hele

Görmek istemeyen kördür, deyerdim.

Böyle mugevvaya, böyle cahile

Hayatın özü de kördür deyerdim.

(uçadan: yüksek sesle,   mugevva: korkuluk, manken)

*

İkinci şiirimiz de Azerbaycanlı bir şaire ait; Resul Rıza’nın 1964 yılında yazmış olduğu şiir:

 

BENDE İHTİYAR OLSA

 

Ben isteyirem:

Bulutlar ağlasın

Uşahlar ağlamasın:

analı ya anasız.

Ben isteyirem:

güller açılsın,

gülleler açılmasın.

amanlı ya amansız.

Ben isteyirem:

kapılar kapansın

soğuk olanda hava.

Gözler kapanmasın,

Sözler kapanmasın.

Ben isteyirem:

yangınlar sönsün,

ümitler sönmesin.

Meyveler değsin öz faslında.

Yüreklere söz değmesin.

Bahardan budaklar eğilsin,

İnsan başını eğmesin;

hacaletten ya güçsüzlükten.

Aksın bulaklar gözyaşı gibi,

toprağın üzerinde.

Gözyaşı bulak gibi akmasın

dünyanın hiçbir yerinde.

Her şey insana baksın,

insan ele bakmasın.

Geceler yıldızlar oyak olsun.

İnsanlar yatıp dincelsin;

Kuvvet toplasın sabahın

Hayırlı işlerine.

Açsın gözlerini

Geleceğin ümitli seherine

Ben isteyirem:

Sevinç saadet bol olsun

Yürekten yüreğe

Ülkeden ülkeye

açık yol olsun.

 

(İhtiyar: seçme, yeğ tutma

Uşah: çocuk

Gülle: kurşun

Deymek: dokunmak olgunlaşmak

Budak: dal

Hacalet: utanma

Bulak: pınar

Oyak; uyanık

Dincelmek: dinlenmek)

*

Üçüncü şiirimiz 2018 yılında kaybettiğimiz Refik Durbaş’a ait, 1978 yılına gidiyoruz:

ELLERİN

Denizin aylasında rüzgâr

rüzgârın kanadında  barış

barışın başucunda umut

umudu yazıyor ellerin

 

Uyanır uyanmaz her sabah

ellerini öpüyorum küçücük

bilge serinliği alnımda

sevdası düşümde her gece

 

Emeği çiziyor ellerin.