Eskiden köyde evimize iftara hem köyün en fakiri hem de en zengini birlikte çağrılır, bu misafirler aynı sofrada bulunur, aynı tastan çorba içerdi. Bir sınıf farklılığı gözetilmezdi, kim zengin, kim fakir biz çocuk aklımızla ayırt edemezdik. Bu yazıyı yazarken Barış Manço’nun ‘Halil İbrahim Sofrası’ şarkısını dinliyorum: “… Bazen bakarım bu ibret tablosuna / Kimi tatlı peşinde, kimininse tuzu yok!” sözleri aklımdan çıkmıyor.

**

Sabah işe gitmeden önce evde radyoyu açıyorum. Radyoda konuşan kişi Ramazan ayının manevi ikliminden bahsediyor ve bu mübarek ayda suç işleme oranının azaldığını belirtiyor. Belki de doğrudur, bilmiyorum. Evden çıkınca günlük gazetelerin tamamına göz gezdiriyorum. Üzgünüm ki üçüncü sayfalarda cinayet haberlerinde bir azalma göremiyorum.

*

RAMAZAN MÂNİSİ:

Hanım kızlar yattınız mı

Baklavayı tuttunuz mu

İşte sahur vakti geldi

Şerbetini kattınız mı.

Davulumun ipi kalın

Ayağımda sedef nalın

İşte geldim gidiyorum

Sefa ile hoşçakalın.

*

İBRAHİM BİN EDHEM  (Ölümü: 779)

Tasavvuf tarihinin en büyük isimlerinden biri. Belh şehrinde doğup büyüdüğü, dünyaya şehzade olarak geldiği ve sonra hükümdar olduğu, hükümdarlığı sırasında vaki olan bazı ilahi uyarılarla hükümdarlığı bırakıp Allah yoluna girdiği, hayatının ilk dönemiyle ilgili rivayetler arasındadır. İbrahim Bin Edhem’in tasavvuf yoluna girdikten sonra büyük bir hızla yükselmesinde hükümdar olarak her türlü maddi zevki tatması ve gerçekte bunların hiçbir şey ifade etmediğini bazı tecrübelerle öğrenmiş olmasıdır. Tasavvufta dünyaya ve onun sunduğu zevk ve nimetlere sırt çevirebilmenin, yani zühdün önemi çok büyüktür. İbrahim Bin Edhem bu sahada çok başarılı sınavlar vermiştir. Nefsini yokluğa ve mahrumiyete o derece alıştırmıştı ki, bu konuda kimsenin onunla yarış etmesi mümkün değildi. Bir gün büyük sufilerden çağdaşı ve hemşerisi ŞakikBelhi ile karşılaştı ve ona sordu:

--- Ey Şakik, ne ile geçiniyorsun?

ŞakikBelhi cevap verdi:

--- Bulunca yiyoruz, bulamayınca sabrediyoruz.

İbrahim Edhem,

--- Horasan’ın köpekleri de aynı şeyi yapıyorlar, bulunca yiyorlar, bulamayınca sabrediyorlar, diye karşılık verdi.

Belhi sordu:

--- Peki siz ne yapıyorsunuz?

--- Biz bulunca dağıtıyoruz, bulamayınca sabrediyoruz.

İbrahim Edhem’in amaç edindiği ve ulaşmayı başardığı yokluk ve mahrumiyet o derece açıktı, göze batıcı idi ki görenlerde kendisine yardım hissi uyandırıyordu. Varlıklı biri, İbrahim Edhem’e yardım etmek istedi. İbrahim Edhem, bu kişiye:

--- Yardımını gerçekten zenginsen kabul ederim, dedi.

Adam gerçekten zengin olduğunu, hiçbir şeye de ihtiyacı bulunmadığını söyledi. İbrahim Edhem sordu:

--- Ne kadar paran var?

--- Üç bin altınım var.

--- Dört bin olmasını ister misin?

--- Elbette isterim.

--- Beş bin olmasını?

--- İsterim.

--- On bin altının olsa çok sevinirsin değil mi?

--- Şüphesiz öyle.

--- Zengin olduğunu söylüyorsun ama sen gerçekte züğürdün birisin. Sen, on bin altının değil, yüz bin altının olsa yine kanaat etmez, fazlasını istersin.  Kanaati olmayan insan zengin sayılmaz. Gerçekten zengin olsaydın yardımını kabul edecektim.

**

İbrahim Bin Edhem Hazretleri,  şehzadelik zamanında fırıncı Tahir ile tanışır ve aralarında şu konuşma geçer.

“---Demek o nefis ekmekleri sen yapıyorsun!

---İltifat buyuruyorsunuz efendim!

---Hayır, hakikati söylüyorum. Nedir bunun sırrı? Nasıl bu kadar güzel ve bayatlamayan ekmek yapabiliyorsun?

---Her zanaatkârın bir meslek sırrı vardır, biliyorsunuz.

---Ama hamuru şöyle yoğuruyorum, şu kadar su katıyorum, şu kadar tuz katıyorum deme bana sakın! İnandırıcı olmaz çünkü.

---Söyledikleriniz doğrudur efendim. Hamuru yoğurmadan, suyunu, tuzunu katmadan ekmek yapılmaz. Ama ille de bir sır istiyorsanız söyleyeyim: Ekmeği ihlâsla yoğuruyorum. Sabrımı katıyorum, ve şükrümle şekil veriyorum. Sonra da besmeleyle fırına verip; yine besmeleyle dışarı çıkarıyorum. Bütün sırrım bu!”

*

İslâm’ın ikinci halifesi Hazreti Ömer döneminden iki hikâye aktaracağım:

            “Bir gün de Hazreti Ömer hastalandı. Doktorlar bal kullanmasını tavsiye ettiler. Fakat öyle bir mevsimdeydiler ki, çarşıda bal yoktu. Yalnız hükümetin depolarında yığın yığın bal kutuları vardı. Hazreti Ömer, halkı topladı; ve tedavi maksadıyla bir parçacık bal almak için kendilerinden müsaade istedi.”

**

“Hazreti Ömer, annesinin kucağında ağlayan bir çocuk gördü. Anneye çocuğunu oyalamasını söyledi ve uzaklaştı. Biraz sonra aynı yere döndüğü zaman çocuğun yine ağladığına şahit oldu:

--- Çocuğunuza acımıyor musunuz? Niçin onu susturmuyorsunuz?

--- Hakikati bilseydiniz beni suçlandırmazdınız. Ömer, emzikli çocuklara tahsisat verilmesini yasak etti. Bu yüzden çocuğumu doyuramıyorum.

Hazreti Ömer, gözleri yerde, geriye dönerken kendi kendisine hitap etti:

--- Ömer, kim bilir senin bu hareketin yüzünden kaç çocuk öldü?”

*

Bektaşi’yi oruç yerken yakalayan zaptiye çavuşu, açmış ağzını, yummuş gözünü:

--- Ulan! Demiş, hadi Allah’tan korkmuyorsun, şu başındaki sarıktan utan!

Bektaşi bükmüş boynunu:

Bağışla ağam, demiş… Vallahi de, billahi de bir daha sarmam…

**

Eşeğe binmiş daireye giden eskilerden Aziz Efendi, yolda dostlarından Leziz Efendi’ye rast gelir. Selâm, sabahtan sonra Aziz Efendi, eşeğini Leziz Efendi’ye göstererek:

--- Öp babanın elini! deyince, Leziz Efendi, düşünceye dalmış olan eşeğe:

--- Öpmene gerek yok, der, Aziz ol!

(Yeni Geveze Dergisi, 1910)