Şu günlerde gündeme yetişemiyoruz, böyle bir süreçten geçip giden ömrümüz. Hayatın akışın arasında dağılan zihinler, zikzaklı politikalar ve gelgitler arasında kaybolan benliğimiz… Hangi gündeme kafa yoralım ki! Artan dövizlerle gelen zamlara mı? Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cennet vatanımız Türkiye’yi bölme adına sözde dostlarımızın kurduğu tuzaklara, kumpaslara mı? Ülkemizi çevreleyen düşmanların çevirdikleri dolaplara mı? Yoksa iktidarla, muhalefetin kavgalarına mı? İşte böyle zorlu bir süreçten geçiyoruz.

Şu günlerde gündeme yetişemiyoruz, böyle bir süreçten geçip giden ömrümüz.
Hayatın akışın arasında dağılan zihinler, zikzaklı politikalar ve gelgitler arasında kaybolan benliğimiz…
Hangi gündeme kafa yoralım ki!
Artan dövizlerle gelen zamlara mı?
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cennet vatanımız Türkiye’yi bölme adına sözde dostlarımızın kurduğu tuzaklara, kumpaslara mı?
Ülkemizi çevreleyen düşmanların çevirdikleri dolaplara mı?
Yoksa iktidarla, muhalefetin kavgalarına mı?
İşte böyle zorlu bir süreçten geçiyoruz.
Herkes kendi derdine düşmüş, ülkemizin geçtiği sıkıntılı günlerin farkında bile değil.
Duyarsız, ilgisiz bir toplum…
Her şeyi toz pembe gösteren medya!
Akşamları şöyle televizyon kanallarına bakıyorum, dizi üstüne dizi.
Herkesin bir dizisi var. Kendini kaptırmış bu dizilere ülkenin durumu, geleceği umurunda mı?
İletişim araçlarının çeşitlendiği, çoğu bilgiye erişimin avucumuzun içi kadar yakın olduğu bir zaman diliminde, insanlar böyle uyutuluyor işte!
Duyarsız nesiller, kültürel emperyalizmin mirası altında gününü gün ederken yok olup giden kültürel mirasımızın hiç farkına bile varamıyor.
Emperyalist kültürün şokuna maruz kalan insanımız, geçirdiği travma karşısında duyarsızlaşırken “nemelazımcılık, bana zararı dokunmayan her kötülüğün zararı yoktur” hastalığına yakalandığının bile farkında değildir.
Öyle ki, zarar gelip insanın ümüğüne yapışmayıncaya kadar, yaşanılanın her kaosa karşı duyarsızlık toplum içinde sürüp gidiyor maalesef.
Çoğumuz sokaklarda görmeye artık aşina olduğumuz, yardıma muhtaç bir
insana, yaşlı bir teyze veya bir amcaya, yere yığılıp kalan bir hastaya o kadar duyarsızız ki!
Gazetemizin bulunduğu Cacabey Meydanı’nı çok sık kullandığım için öyle ilginç insanlara gözüm takılıyor ki, hangi birisini yazsam, değerlendirsem bilemiyorum.
Cacabey Meydanı’nda bankta oturup saatlerce onu bunu laf yetiştirenleri mi, gelip geçen kızlarımızı, kadınlarımızı süzenleri mi?
Çay ocaklarında saatlerce lak lak çalıp, onun bunun dedikodusunu yapanları mı?
Aldığı çekirdeği işleyip çevreyi kirletenleri mi?
Hangi bir olumsuzluğu, vurdumduymazlığı yazsak bilemiyoruz.
Gerçi yazsak ne olacak, okuyan olur mu, ders çıkarır mı, kendisine çeki düzeni verir mi? Hiç sanmıyorum. Ama insansın, yazmadan duramıyorum işte…
Bu duyarsızlıkların temelinde ise, değerlerimizden ve kültürel bilinç
yoksunluğundan kaynaklanan sapmaların olduğu ortada…
Bu duyarsızlıkların oluşmasına seyirci kalınması da ayrı bir sorundur. Milli bir politikanın oluşmaması da etkilidir.
Belirli bir yaşın üzerindeki her insandan duyduğumuz “Onlar eskide kaldı!”, “Eskiden şunu yapardık, bunu yapardık”, 'Eskiden, büyüğe saygı, küçüğe sevgi vardı” gibi sözler, birer yakınmanın ifadesi.
Maalesef geçmişimizi, kültürümüzü, insanlığımızı kaybediyoruz, farkında değiliz.
Kırşehir’de eskiden güçlü aile bağları vardı. Sen-ben kavgası, çekişmesi yoktu. Komşuluk bağları güçlüydü. Komşu ziyaretleri, akrabaları ziyaretleri olmazsa olmazlardandı.
Şimdi maalesef akrabalık bağları kopuyor, komşuluk ilişkileri ölmüş durumda. Çünkü aynı apartmanda oturan, ama birbirini tanımayanlar çoğunlukta. Öyle ki karşı komşusunu tanımayan, adını kapıdaki yazılı levhada bilen bir toplum olduk.
Böyle bir toplum nereye gidebilir ki?
Ne yazıktır ki, üzüntü ifadelerinin yerine birer karşılık vermek, set oluşturmak, ne yapabirize cevap aramak, düşünce geliştirmek yerine sürekli yakınmakla meşgulüz.
Üreten değil, tüketen bir toplum nasıl oluverdik kafa yoran var mı?
Oturduğu yerden devletten bedava kömür, poşet poşet gıda alanlar tembelleştirilmeye adeta teşvik edilirken, bu durumu görenleri kim nasıl çalışmaya teşvik edecek düşünen var mı?
“Bir partiye sırtını daya, geleceğini kurtar!” zihniyetini insanların beynine işledikten sonra, yeni nesilden kim ne bekleyebilir ki!
Nasıl olsa kaya gibi bir adamın arkanda, yanında, senin için her şeyi yapacağına inanıyorsan, okumana, çalışıp, çabalamana ne gerek var ki!
4-5 yıllık fakülte bitiren, yabancı dili bilen nice diplomalı işsizlerimiz adamı olmadığı için iş bulamıyorsa, okumanın, dirsek çürütmenin ne anlamı var ki?
Okumadan, çalışmadan, terlemeden devletten iş bulan varken, kim ne yapsın ki torpili ve adamı olmayan fakülte mezunu olanları!
Onlar da azıcık kafasını çalıştırsın, gönül vermesine gerek yok, ideolojisine uymasa da girsin bir partiye iş var, aş var!
Kırşehir’de şöyle çevrenize bir bakın yaşı 30’lara dayanan, ancak iş bulamadıkları için eş bulamayan, evlenip yuva kuramayan nice gençlerimiz var. Bunların hayalleri ne yazık ki günden güne tersine dönüyor, kimin umurunda ki!
İşte böyle bir süreçten geçerken, benim içimden yazı yazmak gelmiyor ne yazık ki!
Umarız, geç kalmadan bu gündem yoğunlukları arasında kaybolup giden
zamanımızın kıymetini bilir ve kendimize geliriz.
Elbette yaşadıklarımıza kahredip üzülmemek lâzım. Sadece onlardan ders çıkarıp, umutlarımızı yeniden yeşertmek durumundayız.
Her insan yaşamı içerisinde acı tatlı günler geçirir. Düşer kalkar, ihanete uğrar. Bir anda elinde bulunan varlığını kaybeder. Sevdiği insanı kaybeder, hüzünlenir, yıkılır, dünyanın sonu sanır. Ancak öyle değil. Hayat devam ediyor. Her şeyi içinize atarsınız da, içinizden atamazsınız.
Herkesle iyi olmaya çalışırsınız, sizi enayi sanırlar. Bön, andavallı, aptal görürler.
Bunlara bile bile iyilik yaparsınız. Hoş görülü olursunuz. Ama anlamazlar.
En iyisi etrafı dikenle dolu insanlardan uzak durun. Gün gelir size batabilir.

***
Sevdiğim bir söz

“Yüksek mevkiler her eşyayı büyülten bazı camlar gibidir, bu mevkilerde bütün kusurlar olduklarından daha büyük görünür.” François Fenelon

***

Biraz da gülelim!

Nasıl çalarmış!

Uzun yıllardır görüşemeyen iki Kayseri'li arkadaş, bir gün yolda karşılaşırlar. Kucaklaşıp hasret giderdikten sonra biri diğerine;
-"Bu kadar zamandır görüşmedik. Akşama yemeğe bize gel.. Yer, içer sohbet ederiz" dedi..
Öteki bir Kayseriliden beklenmiyecek bu cömertliğe şaşarak;
-"İyi ya, gelirim. Yalnız bana adresi ver" dedi.
Arkadaşı;
-"Falanca mahalle, filanca sokak" diye tarife başladı. "İşte o sokağa gelince soldaki büyük beyaz kapının zilini burnunla çalarsın" deyince öteki sordu:
-"Adresi anladım da zili niye burnumla çalıyorum?”
-"Canım bunda anlamıyacak ne var? Elin kolun hediyelerle dolu olacağı için zili ancak böyle çalabilirsin!