“Uç böcecik, uç, sana telli pabuç alayım

Kasımpatı, nergis alayım

Uç böcecik uç, seni gelin edeyim

Dünyan benimkine benzemesin böcek

Vuruş çarpış olmasın

Bırak ellerimi tezinden

Uç böcecik uç, zararım dokunmasın!”

                                                                  [1980’li yıllara ait bir şiir, şairi bilinmiyor]

Her yıl mayıs ayının sonu yaklaştıkça, beton mikserinin ve mimarî olarak estetikten yoksun apartmanların olmadığı, yapılalı belki de bir asır olmuş kerpiç ya da taştan yapılmış müstakil evlerin içlerine, o eski günlerin huzurunu, neşesini andıran  bir koku girer. Yaklaşık on gün sürer bu koku ziyafeti. İğde ağaçlarının çiçeğinden gelir bu koku.

Ben de her sene olduğu gibi bu sene de, yine aynı zamanlarda sabah işe giderken on beş dakika daha erken evden çıktım bu on gün boyunca. İğde dallarını topluyorum, kokusunu işyerinde herkes hissetsin diye. Bir torbanın içine doldurduğum iğde dalları elimde, otobüs durağında otobüsün gelmesini bekliyorum.  Durakta hemen iki metre yanımda bir kadın oğluyla birlikte benim gibi bekliyorlar... Kadın benden iğde dalı istedi.  Ben de torbanın içinden istediği kadar alabileceğini söyledim. Yalnızca birkaç dal aldı. Oğlu on iki on üç yaşlarında bir çocuk. Kadın, elindeki iğde dallarının arasındaki böcekler yere düşünce evlâdını uyardı: “Alper, yerde, ayağının yanında iğde böcekleri var, sakın onlara basma, olur mu!” 

Daha sonra otobüsümüz geldi. Otobüste, arka sıralarda kapıya yakın bir yere oturdum. Zaten otobüs çok büyük de değil. Otobüsün sabah ilk seferine bindiğim için sanki hususi otomobilimiz gibi herkesin oturduğu yer belli; hepi topu üç dört yolcu var. Huysuz bir ihtiyar amca var, o, sağ tarafta dörtlü koltuğun olduğu yere oturuyor. Lisede okuyan bir kız öğrenci var, o da ortalarda bir yere oturur hep. Bir de orta yaşlarda, saçları kırlaşalı çok zaman olmuş görünen, elinde tespihiyle bir esnaf oturur hep, huysuz ihtiyarın yanında. Ben ise çıkış kapısının yanındaki koltuğa otururum. Otobüsteki tüm yolcuları görebilen bir görüş açısı vardır oturduğum yerin. İşte o gün, kucağımdaki iğde dalı olan torbanın içinden bir böcek, küçücük kanadını çırparak uçtu gitti, ama kaybolmadı. Kapının camına yaslandı, cama tutundu. Ben aslında onun doğal yaşam alanını bozmuştum, güzel koku uğruna. O ise her şeye, her zorluğa rağmen hayatta kalmaya çalışıyordu. Onu izlemeye devam ediyordum. Yolculuk bitmeye yakın o hâlâ direniyordu, hayata tutunuyordu.

Elbette kaybedecekti bu hayatta kalma sınavını. Ancak azmi insanlara örnekti. İnsanlarla bir ortak özelliği vardı sadece; o da tıpkı bizlerin hikâyesinde olduğu gibi, yazılan hikâye hep yarım kalmaya mahkûmdu…

Yaklaşık altı ay geçti, yaz bitti, güz de bitiyor nerdeyse. Ne iğde böceği kaldı geride, ne de otobüsteki o yolcular. İğdelerin o çiçekleri meyve oldu şimdi, köylü pazarında müşterisini bekliyor. İğde böcekleri ise baharı bekliyor; bir gün, belki de birkaç saat sürecek hikâye için…

*

Saklı Kalan Şiirler köşemizin bu haftaki misafiri Suat Taşer. 1949 yılına ait bir şiir:

AYNI GÜNEŞTE ISINIYORUZ

 

Serçeler hey serçeler

beni de alın aranıza

güneşi beraber selâmlıyalım

uçuşalım, ötüşelim beraber

benim türkülerim de sizinkine benzer

birikmiş damla damla geceden

o dal sizin şu dal benim

geçinir gideriz kardeşçe, dostça

bakmayın kanatsız olduğuma

ürkütmesin sizi bıyığım sakalım

bekler beni de bir başka atmaca

sizden farklı değil ki halim

Aynı güneşle ısınmıyor muyuz?

Aynı gök değil mi üstümüzdeki?

Sizi vuran insan

beni vurmuyor mu sanki!