Kırşehir Ocak ayına soğuk ve karla girdi. Gerçi o eski karlar yok ya. Yine de şöyle bir savurttu, yüksek yerleri ağarttı yol ve kaldırımları 2-3 santimlik kapladı, Belediye ekiplerimiz temizledi, o kadar.
Zaten o eski kışlar yok Kırşehir’de…
Çocukluğumuzda yarım metre kar yağardı, çığır açardık. Kızak kayardık, okula açılan çığırdan, lastik çizmelerle gider gelirdik. Şimdiki gibi servis araçları hiç yoktu. Herkes yarım saat, bir saat yürüyerek okula ancak ulaşabilirdi. Okullar hiç tatil olmazdı. Şimdi 3-5 santim kar yağıyor, okullar tatil ediliyor.
Çocuklarımızı öyle alıştırdık ki adeta pamuğa bürüyoruz. 500 metrelik, 1 kilometrelik okula ya servisle gönderiyoruz, ya da özel aracımızla götürüp getiriyoruz.
Yani çocuklarımızı el bebek, gül bebek yetiştiriyoruz. Buna rağmen, çocuklarımız her gün hasta… Ih deseler doktorun kapısına dayanıyoruz, başı ağrısa, azıcık ateşi çıksa hemen okula göndermiyoruz.
Şimdi ki gibi kaloriferli, doğalgazlı binalar da yoktu. Kerpiç damlarda, talaş, tezek, odun, kömür yanan küçük evlerde bütün kardeşlerin tek odada yatıp, tek odada kalktığı evlerde, yere yapılan yataklarda uyuyarak, büyüdük çoğumuz. O günler ne güzel günlerdi…
Bizim Kırşehir’de çocukluğumuz böyle geçti.
Elektrik yoktu, gaz lambasında oturur, kalkar, dersimizi böyle bir ortamda yapardık. Giydiğimiz ayakkabı lastik, çantamız tahtadan yapılmış sandık idi. Giydiğimiz naylon önlük ömürlüktü. Büyükten küçüğe intikal eder, ters düz edilerek 10-15 yıl giyilirdi.
Kırşehir’in Bağbaşı Mahallesi’nde, Dinekbağı’nda, Üçgöz’de, Çukurçayır’da, Yenice’de, Kındam’da, Kervansaray’da, Kayabaşı’nda ve diğer uzak mahallesinde oturan büyükler, öğrenciler her gün karda kışta, çamurda gider gelirdi.
Çamaşırlar dışarıya kurulan ocaklarda kaynatılan suyla yıkanırdı. Ütüyü kimse bilmez, yere serilen yatakların altına konularak düzeltilirdi.
Yemekler kışın dışarıdaki ocakta, yazın sobada pişirilirdi.
Benim annem gibi bütün anneler neler çekti, ne sıkıntılar yaşadı. Bilen bilir. Zaten onlar hiç hayatı yaşamadılar ki…
Şimdi böyle mi?
Her çocuğun odası özel, çalışma masası, bilgisayarı, cep telefonu var. İnterneti var. Kıyafet sorunu yok, kırtasiye sorunu hiç yok. Neredeyse yaşları tutsa altlarına bir de son model araba alacağız.
Her evde otomatik çamaşır makineleri, bulaşık makineleri, fırınlar, her şey daha kolay…
Özetle bundan 40-50 yıl önceki biz gençlerin yaşadıklarına bakıyorum, bir de bugünkü gençlerin yaşantısına…
Hey gidi günler hey diyorum…
Ama şunu anlıyorum ki bizler o yıllarda mutluyduk, gelecekten umutluyduk. Öğleye kadar okulda öğrenci, öğleden sonra bir işyerinde çıraktık…
Şimdi çocuklarımızı bir eli yağda, bir eli balda yetiştiriyoruz, ne onlar mutlu, ne de biz mutlu… Ne onlarda umut var, ne de bizlerde…
Her şey bol, hiçbir şeyin tadı yok…
Kış dedik, bunlar geldi benim aklıma…
Evet, nerede o eski günler?
Zor, sıkıntılı ancak mutlu günlerdi.
Birçok kuşaktan ve farklı insanlardan duyduğum cümlelerin özü şu… O yıllarda daha sabırlıydık, o yıllar daha manalıydı her şey, herkes daha manidar, daha bir düşünceli idi.
Kuşaklar, dönemler, çağlar değişiyor. “Eskiye özlem” değişmiyor.
Her kuşağın ve dönemin kendi “ruhu” var. Buna rağmen nasıl oluyor da hala her kuşak bir sonrakine “ah bizim gençlik yıllarımız” diyebiliyor.
“Var mı sizde o heyecan?” 1950 doğumlular 1960 doğumlulara söylerken, şimdi 1960 doğumlular 1970 doğumlulara söylüyor. Yani, 90’larda doğanlarda mı aynı şeyi söyleyecek bir gün? Bu böyle sürüp gidecek mi?
İnsan soramadan edemiyor, nereye kadar? Teknoloji ilerlerken ya da birçok gelişme olurken hayatlarımızda, yitip giden bir şeyler mi var acaba?
Bizim büyüdüğümüz yıllara bakıyorum, biz bizden öncekilere göre daha hazıra konmuştuk. Onlar zor elde edenlerdi. Tırmalayarak gelenlerdi.
Büyüdüğüm “önceki kuşak” hikâyelerine bakıyorum, onlardan öncekiler daha da zor koşullarda yaşamışlardı.
Zor elde edilen kıymetlidir ya, belki de meselenin özü budur. Biz ev telefonları ile büyüdük. Birini rastgele arayıp, kim çıkarsa onunla konuşma hikâyeleri tanıdıktı bize.
Dün gibi hatırlıyorum bizim gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”in kurulduğu 1977’li yıllarda. Telefonumuz yoktu, dükkân komşusunun telefonunu yazmıştık gazetemizin künyesine…
Çünkü telefon ve numara almak için önce PTT’ye yazılmak, aylarca, hatta yıllarca beklemek gerekiyordu. Birkaç kez telefonla aranınca komşumuz ağzını yüzünü eğmeye başlayınca ağabeyim Şevket Güner hemen PTT’ye gitmiş tercihli telefona yazılarak --Tercihli diyorum, çünkü tercihli telefon normale göre fiyatı iki-üç katıydı-- Hemen birkaç gün için de telefonumuzu almış, hem komşumuz, hem de biz kurtulmuştuk.
O yıllarda bin takla atılırdı bir dönem jetonlu telefonla konuşmak için. Bir önceki kuşak ise; telefonda neymiş, yolda karşılaştın mı randevulaşırsın, saatlerce beklersin, gelmiyor diye gitmezsin, bilirsin “gelir” diye anlatırlar hikâyelerini.
Saatlerce beklemenin normal olduğu günlerden şimdi whatsapp mesaj programında yazmaya bile tahammül edilemeyen bir zamana geldik. Dakikalara tahammülü yok birçok insanın, sesli mesaj özelliği eklenmiş bu yüzden.
Tabi ki zamanın bir ruhu var. “Dur” diyemeyiz, hayatımızdaki gelişmelere de…
Yine de zaman değişse de, bazı değerler ve insanın özü değişmiyor.
İnsan aynı işte. Hüznü de, sevinci de, değerleri bir yerde aynı, dönem fark etmeksizin üstelik.
Ana, baba, kardeş sevgisi, geçim derdi, evlilikler, boşanmalar, dost kazığı, bebek sevinci, aşklar, dertler.
Ne değişti ki?
Teknolojik gelişmeler ve zorunlu deformasyonlar dışında ne değişti?
Tam da bu yüzden değil mi temel değerlerin kaybolmasına duyulan endişe ve geçmişe özlem aslında?
Bırakalım teknoloji ne kadar değişirse değişsin kültürümüzü, değerlerimizi kaybediyoruz. Ana, baba, kardeş sevgisini unutuyoruz. Aynı evde oturuyor insanlar eşiyle, çocuğuyla konuşmuyor. Herkes bir odaya çekilmiş, kafalarına göre takılıyorlar!
Sürüklenmiş insanlar oradan oraya savrulurken, geçmişimizi unutuyor, geleceğimizi göremiyoruz.
Kültürel değerlerimizi, bizi biz yapan her ne varsa gelecek kuşaklara aktarmak gerek. Ben yapmazsam, sen yapmazsan, o yapmazsa, kim yapacak?
Evde çocuklarımızı karşımıza almalı dünü, bugünü, geleceğimizi paylaşmalıyız. Dünkü yaşadıklarımızı anlatmalıyız ki onlar bugünlerin kıymetini, geleceğimizin kıymetini öğrensinler. Yoksa kaybolup gideceğiz, kopacağız, parçalanacağız, dağılıp gideceğiz…

***
Sevdiğim bir söz

“Bir insanın yapabileceği en büyük keşif, yapmaktan korktuğu şeyi yapabildiğini görmektir.” Henry Ford

***

Biraz da gülelim!

Gözlük lâzım!

Adamın biri paldır küldür yazıhaneden içeri girmiş:
“Aman doktor bey, gözünüzü seveyim yardım edin bana… Midemde şiddetli bir sancı, yanma var, geceleri gözüme uyku girmiyor. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?”
“Öncelikle sigarayı ve alkollü içecekleri bırakın. Fazla yağlı yemeyin. Kızartmalardan uzak durun ve en önemlisi kendinize hemen bir gözlük alın.”
Adam şaşkınlık içinde:
“Her şey iyi de doktor bey, anlayamadığım bir şey var, mide ağrısıyla gözlüğün alâkası ne?”
“Alâkası olmaz olur mu beyefendi? Ben avukatım, doktorun muayenehanesi üst kattadır.”