Bir virüs Dünyayı, ülkemizi ve Kırşehirimizi derinden etkiledi. Dünya devi olduklarını söyleyen ülkeleri dize getirdi, tabi insanoğlunu da…
Bir bakmışsınız dün caddede, sokakta, yanı başımızda olan bir sevdiğinizi, akrabanızı, canınızı, arkadaşınızı, dostunuzu bu virüsten kaybetmişsiniz.
İşte bu virüs insanların hayatını, yaşamını etkiledi. Her an bu virüsün sizin vücudunuza gireceğini ve ya büyük bir darbe vuracağını, ya da canınızı alacağı endişesini taşıyorsunuz.
Sokağa çıkarken maske takıyor, ellerimizi sürekli dezenfekte ediyoruz. Başkalarını bilmem ama benim, eşimin ve çocuklarımın elleri sürekli yıkamaktan tahriş oldu. Birçok krem aldım fayda etmiyor. Her türlü tedbiri alsak da hale endişeliyiz, sıkıntılıyız.
Tabi kim ne derse desin, nasıl uyarırsa uyarsın bu virüse hala inanmayan, dikkate almayan, “bana bir şey olmaz!” diyenler yok mu? Hem de ne kadar çok!
Bu nedenle kimin başına ne geleceği, ne olacağı belli olmuyor, olmaz da zaten.
Çünkü “Hayat dediğin şey bir pamuk ipliğine bağlı, her şeyin telafisi var ama hayatın yok.”
Bu sözü gerçekten iyi anlamak ve idrak etmek gerekiyor.
Şöyle Kırşehir’de etrafıma bakıyorum, olup biten ve yaşanan olaylara hayatın ne kadar boş olduğunu, hatta bir pamuk ipliği kadar hassas olduğunu anlıyorum.
Tabi artık yaşım 57 oldu. Dün birlikte olduğumuz, görüştüğümüz, gülüp eğlendiğimiz arkadaşımızı bir bakmışınız kalp krizi ya da kazayla kaybediveriyor, üzülüyor ve kahroluyoruz.
Başka bir deyimle insanoğlu tesadüfi yaşıyor şu hayatta. Kimin ne zaman öleceği, başına ne geleceği belli olmuyor. Yani her şey pamuk ipliğine bağlı aslında
Bazen düşünüyorum da boş işlerle uğraşıyoruz. Bomboş şeylere üzülüyoruz. Kaptırmışız kendimizi hayatın akışına. Hele bir de başkaları yüzünden hayatımızı dilediğimiz gibi yönlendiremiyor, yaşayamıyoruz. Muhakkak birileri yüzünden çıkan engeller bir anda bambaşka yollara sürüklüyor bizi.
Bir yerlerim ağrısa, başım dönüp, midem bulansa ya da burnum kanasa bazen korkuyor, hastaneye bile gidemiyorum, ya bir şey çıkarsa diye…
Hele bugünlerde koronavirüs her yeri sarmış durumda. Acil ya da mecbur kalmadıkça benim gibi insanlar hastaneye gidemiyor. Çekiyor, sürünüyor deyim yerinde ise…
Aslında yaşımın ilerlediğini, yılda en az bir kere genel kontrolden geçmem gerektiğini biliyorum, ama kaçıyor, endişeleniyorum nedense.
Bazen dostlarım ve arkadaşlarım benim yaşıma inanmıyor, “Ya 57 mi oldu?” diye gıpta edenlere ben de “Sen kaportaya bakma, içime bak!” diyor ve geçiştiriyorum…
Yine bir anda gözlerimi kapatıp bu fani dünyadan göçüp gidersem, “Rahmetli iyi adamdı!” dedirtip geride hoş bir sada bırakırsam, kendimi mutlu sayacağım o kadar…
Şunu hepimiz biliriz ki her ölü iyidir! Sorun dirilerde sanırım.
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz ya, aslında tüm hayatımız bir pamuk ipliğine bağlı.
Bir bakıyorsun, dün birlikte olduğunuz vefat ediyor, yıkılıyorsunuz. Geride kalanlarına üzülüyor ve yavaş yavaş bize de sıra geliyor diyor ve iç çekiyorsunuz bazen. Hatta hayatın boş olduğunu anlıyor ve geçmişte yaşadıklarınız ve yaptıklarınız gözlerinizin önüne bir film şeridi gibi geçiyor, keşkeler arka arkaya dilinizden dökülüyor.
Ama birkaç gün sonra!
Yine eskiye dönüp, yalan dünyanın telaşına kapılıyor ve unutuveriyorsunuz. Ne zamana kadar. Ta ki çevrenizde sevdiklerinizden birini kaybettiğinize kadar…
Hayatın boş, hem de çok boş olduğunu herkes bilir de neden gereğini yapmaz diye sorular aklınıza gelir, sonra da boş ver deyip geçersiniz.
Birkaç sene önce Kırşehir’de yıllardır esnaflık yapan çocukluk arkadaşım geçirdiği kalp krizi sonrası bay-pas ameliyatı oldu. Evine döndüğünde geçmiş olsun ziyaretine gittiğim de, “Ya bugüne kadar doğru dürüst gezip, tozup yaşayamadım. Bundan sonra bol bol gezip, hayatın tadını çıkaracağım. Hatta işimi bırakıp kendimi emekli edeceğim” dediğinde ben de kendisine “Sen hayatta bırakamazsın” dediğimde inadına yapacağını söylemişti.
Şimdi aradan 3-4 yıl geçti, bu arkadaşım eskisinden daha da hırslı, daha çok para kazanmanın, mal-mülk sahibi olmanın, tapularının üstüne tapu koymanın çabası içinde. Üstelik etrafını, dostlarını, akrabalarını kırıp dökerek tam gaz devam ediyor.
Çünkü hayatının mal-mülk, para olduğunu düşünüyor. Nereye kadar devam eder, onu da Allah bilir. Ama hayat para, mal-mülkten ibaret değil, geride hoş bir sada bırakmak…
Yine şunu da iyi biliriz. Dün yıllarca birlikte oldukların bir bir uçup gidince bir şok yaşarız, inanmayız, kabullenmeyiz, sonra gerçeği net bir şekilde görmemize neden olan hayatın gerçekleri, karşımıza çıktığında kabul ederiz. Çünkü artık dokunmak istediğimiz, sarılmak istediğimiz, öpmek istediğimiz, birlikte kahkahalar atmak istediğimiz, birlikte yaşamak istediğimiz insan yok artık, ara ki bulasın!..
İşte o zaman düşünmeye başlarsınız bu hayatın anlamını, neden yaşadığımızı, bu koşuşturmacaların aslında boş olduğunu, ama her şeyin arkada kalacağını...
Bazen televizyon ekranlarında izliyoruz. Birisi kaldırımda eşi ve çocuğuyla, ya da kendisi gidiyor. Bir bakıyorsunuz, karşıda fireni patlayan, ya da aşırı hızı seven birisi geliyor, masum insanları çiğniyor, eziyor ve gidiyor. Ölenler, yaralananlar…
Ya da bir kişi eşini, çocuklarını alıyor, otomobille bir yerlere, tatile gitmek istiyor. Bir bakıyorsunuz karşıda bir otomobil sürücü ya hız yapıyor, ya da uyuyor, dalıyor ve karşısındaki otomobile çarpıyor, bir aile, bir ocak sönüveriyor.
Yani bunları görünce yukarıda da belirttiğim gibi tesadüfen yaşadığımızı idrak ediveriyoruz.
Gerçek şu ki, hiçbirimiz bunu bilerek ve önceden düşünerek zaten yaşayamayız. Hayata sanki hep içinde kalacakmışız gibi bağlanamaz, tutunamayız. Önemli olan nokta şudur, hayatta var olduklarını bildiğimiz halde uzak durduğumuz, sanki yokmuş gibi hareket ettiğimiz insanlar vardır. Küstüklerimiz, kırıldıklarımız, öfkelendiklerimiz, çok sevdiklerimiz vardır. Kaybetmekten korktuğumuz için, kendimizi koruduğumuzu zannederek kendimizi uzak tuttuklarımız vardır.
Eğer bu hayat ne zaman neye sahip olup, olmayacağınızı bilemediğiniz bir yer ve ne zaman neyi ve kimi kaybedeceğinizi bilemeden geçirdiğiniz bir yer ise, neden hayattayken kendinize eziyet ediyor ve bir şeylere, birilerine bağlanmamak için bu denli inat ederek kendinizi insanlardan, sevdiklerinizden uzak tutuyorsunuz ki?
Bu birileri bazen ailemiz, bazen sevdiğimiz, bazen de nefret ettiğimiz biri oluyor. Hayatımız tepetaklak, her şey altüst oluyor... Sonra içten içe kapanmalar başlayıp, “Niye böyle oldu? Ne yaptım ki ben bunlar başıma geliyor?” diye isyanlarımız başlıyor.
Bir an önce bu çıkmazlardan çıkmak istiyoruz. Böyle anlarda insanın içinden bir şey yapmak gelmiyor. Kendimizi odaya kapatıp, uzanmak, hatta uyuyarak her şeyi unutmak istiyoruz. Odaya kapandığımızda bile rahat bırakmıyorlar. Yalnızlık Allah'a mahsustur ama yeri geliyor tek başına kalıp kendini dinlemek istiyor insan. Sonra biri gelsin bu yalnızlıktan bir an önce kurtarsın istiyoruz...
Aslında hayat o kadar kısa ki bomboş şeylere kafayı takıp üzülüyoruz. “Benim çok derdim var” diyorsanız naçizane tavsiyem; ya bir hastaneye, ya bir mezarlığa, ya çocuk yuvasına, ya engelliler merkezine ya da huzur evine ziyarete gidin. Kendinizi çok iyi hissedeceğinize eminim.
Ölümden ve kaybetmekten çok korkmayın...
Evet, söylemesi kolay biliyorum... Ama hepimizin, ben dâhil başına gelecek bu gerçeğe konsantre olarak hayatı zaten yaşayamayız. Yapacağımız en önemli şey, sevdiklerimize ve ulaşmak istediklerimize hazır hayattayken bu fırsatı vermek ve bu doğa harikası olan yaşamı doyasıya yaşayabilmektir.
Çocukları, torunları; kalabalık ailesine dünyanın en büyük gücüyle bağlı olan birini düşünün. Sevdiği insanlarla vakit geçirmek; birlik beraberlik; onun için hayattaki en kıymetli şey. İyi günde, kötü günde, bazen tatlı kahkahalarla, bazen tatlı yüz ifadeleriyle ama hep birlikte...
Sonra büyüklerimin hep söylediği şey aklıma geliyor, iyi insanlar ölseler bile, gökyüzünde bir yıldız misali bize, ihtiyacımız olduğunda hep sinyal yollarlar ve bizden uzakta da olsalar, hep mutlu ve huzurlu olurlar. Çünkü bilirler bizim de her şeye rağmen hep mutlu olmak için mücadele edeceğimizi...
Elbette her insan, ben de dâhil zaman zaman hatalar yaparız yapmaya da devam edeceğiz. Bu hatalar bizi kötü insan yapmaz. Bir insanın niyeti iyi olduğu sürece, o insana “kötü” demek zaten mümkün değildir.
Başkalarına verdiğiniz bütün tavsiyelere, herkesten önce kendinizin uyduğu, olabildiğince keşkesiz bir hayatı, ulaşılmazlık kalkanından kurtularak geçirmek, hepimizin elinde diye düşünüyorum.
Sağlıklı, huzurlu, dertsiz ve bol kahkahalı günler…

***

Biraz da gülelim!

Okumak da başa belâ...

İkisi de aç olan bir Aslan’la bir Tilki birlikte ava çıkmış.
Çayırlıkta sakin sakin otlayan bir eşek görmüşler. Tam dişlerine göre!
Aslan baş tarafına geçmiş, tilki arka tarafına… Bunun üzerine otlamaya biraz ara veren eşek:
- Anladım beyler, demiş, beni yiyeceksiniz. Ama beni yerseniz Padişah’la başınız derde girer.
- Niyeymiş o? diye sormuş Aslan.
- Ben “Padişah’tan Fermanlı Eşek”im de ondan.
- Hadi canım, demiş Aslan. Hani ferman’ın nerde?
- Arka sağ ayağımın altındaki nal’a kazılı vaziyette, demiş eşek.
Aslan uzaktan Tilki’ye işaret ederek:
- Okuyuver lan şunu, demiş, bakalım doğru muymuş?
Tilki uyanık:
- Valla benim okumam yazmam yok! demiş.
- İyi lan, iyi demiş Aslan öfkeyle, çekil kenara, ben kendim okurum…
Tabii Aslan, eşeğin arka ayağındaki fermanı okumaya çalışırken, eşek öyle bir tekme patlatmış ki Aslan 10 metre ileriye, bütün kemikleri kırılasıya.
Bunun üzerine, eşekle tek başına baş edemeyeceğini bilen Tilki hızla uzaklaşırken kendi kendine söyleniyormuş:
- Ulan bu devirde okumak da başa belâ...

***

Sevdiğim bir söz

“Hayat gördüğün gibi güzel olsaydı, dünyada dert denen bir şey olmazdı. Sevenler sevilip mutlu olsaydı, meyhaneler böyle dolu olmazdı.”