Geçtiğimiz Perşembe günü İzmir' de görev yapan ve Kırşehir'e annesini ziyarete gelen çocukluk arkadaşım Mustafa'dan telefon aldım. Mustafa telefonda bana " yahu kardeşim bir aydır Kırşehir'deyim bu gece saat 12 de İzmir'e dönmek için otobüsle yola çıkacağız, duyduğuma göre sende uzun süre Kırşehir dışındaymışsın bu nedenle bir türlü görüşemedik, Kırşehir'deysen biz annemlerdeyiz akşama gelin birlikte çay içelim, sohbet edelim” dedi.
“Davete icabet sünnettir” diyerek eşimle birlikte gittik. Hoş geldiniz, hoş bulduk ve hal hatır sormaları bittikten sonra değişik konularda sohbet etmeye başladık, zaman ilerleyince annesi Zeynep teyze " Osman'ım sen seversin" diyerek kabaklı pekmez getirdi.
Laf aramızda Zeynep Teyze'nin yaptığı kabaklı veya kabaksız pekmez her zaman güzel olur.
İşte sohbetin hası, koyusu kabaklı pekmezden sonra başladı ve hep birlikte çocukluk yıllarımızdan, eskilerden, apartmanların yükselmediği tek katlı bahçeli evlerden oluşan Kırşehir'den, televizyonun, teknolojinin, cep telefonlarının, internetin insanları teslim almadığı günlerden, sonbaharla birlikte Kırşehir'de başlayan kış hazırlıklarından, kaynatılan pekmezlerden, yapılan salçalardan, bulgur ve düğ yapmak için kaynatılan buğdaylardan (hediklerden ) başladık konuşmaya.
Hem de öyle bir konuşmuşuz ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına dahi varamadığımızdan Mustafalara otobüs saatini kaçırtacaktık.
Gelen çaylarımızı yudumlayarak devam eden her şeyin güzel, doğal ve sade olduğu, insanların samimi ve dürüst olduğu, çocukluk yıllarımızdaki Kırşehir'den özlemle bahsettik şaka bir tarafa bayağı da duygulandık.
Her sokakta bulunan ve soku taşı olarak bilinen taşta tokmaklarla dövülen, un yapmak için değirmende öğütülen buğdaylardan, dumanı bacasından tüten buram, buram kokan tandırda yapılan yufka ekmeklerden, yufka ekmek yapmak için için ikiz arasının kavaklıklarında veya şu andaki masal parkının yerinde bulunan toprak mahsuller ofisinin bahçesinde toplanan kuru yapraklardan, (gazellerden) bahçelerde yetişen güllerden, vişnelerden, ayvalardan, şeftalilerden yapılan reçellerden konuştuk. Tabi konuştukça duygulanıyor, duygulandıkça eski Kırşehir'i özlediğimizi söylüyorduk.
Hepsi büyük bir emek isteyen, koşturmaca isteyen, yorucu ve zevkli işlerdi, insanları kaynaştıran, birleştiren, yardımlaşmanın, insanlığın ön planda tutulduğu işlerdi. Çocukluğumuzun Kırşehir'in de komşular birlerinin pekmezine, salçasına, yufka ekmeğine, turşusuna, reçeline yardım ederdi. Cenazelerde yemek taşırlardı komşular cenaze evine.
Ne güzeldi o Kırşehir.
Sadece ben yoktu, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz içindi.
Yaz mevsimin başlangıcında bağ evi olanlar bağ evine giderler üç, dört ay kalırlar, sonbaharla birlikte merkezdeki evlerine dönerlerdi. Bağ, bahçe ve tarlalarda yetişen üzümler, kavunlar, domatesler kiler adı verilen damın tavanına asılır ihtiyaç olduğunda oradan alınırdı.
Çömlek içerisinde basılarak kuma yatırılan çörek otlu peynirlerin, pekmezden yapılan köftürlerin ayrı bir tadı vardı. Hele yerli meyve ve sebzelerin çıkmasıyla birlikte kurutulan Cemele biberinin, patlıcan kurutmasının ve benim çok sevdiğim yumurtayla kavrulmuş yanında yufka ekmek ve sarımsaklı yoğurtla bir başka güzel olan yeşil fasulyenin kurusunun yemeğinin lezzetine, tadına diyecek sözümüz yoktu.
Kındam’da, Hızırağa’da, Dinekbağ’da, Bağbaşı’nda, Karabacak’ta üzüm bağlarında toplanan ve bir çömleğe basılan hafif ekşili yaprak sarmasını, çeşitli sebze ve meyvelerden kurulan turşunun içerisindeki üzüm ve kelek turşusunu beğenmemek mümkün müydü?
“Soğuk algınlığından korur” diyerek anne ve babalarımız bizlere “turşu suyu, enerji verir, kan yapar, içinizi ısıtır, üşütmez” diyerek pekmez içirmeleri sohbetimizde özlem duyduğumuz başka bir konuydu.
Evlerimizde, bahçelerimizde elma, erik ağaçları dururken ataların, saçakların ve şimdi ki cumartesi pazarının kurulduğu yerdeki bağ ve bahçelerden elma, erik, üzüm yolmamız hem korkulu, hem heyecanlı bir o kadar da tatlıydı.
Sadece yiyecek, içecek konusunda konuşmadık Kırşehir'i.
Annelerimizin, ablalarımızın yünleri, kilimleri Kılıçözü Irmağında, Hılla Gölü’nde veya Ökse’de tokaçla yıkadıkları günleri, elektriğin kesilmesiyle birlikte yanan gaz lambaları, gaz lambası ışığında yapılan sohbetleri. oynanan kibrit oyunlarını, isim, dağ, şehir gibi oyunları, el, el üstünde kimin eli var oyunları sohbetimiz arasında yerlerini aldılar.
Sokaklarda kızların ip atlamaları, erkeklerin top oynamaları. Kız-erkek karışık saklambaç oyunlarını konuşmasak olmazdı.
Kırşehir Lisesi’nin bahçesinde bulunan futbol sahasında, Otuz Evlerde bulunan tarla dediğimiz yokuş aşağı arsada, ikiz arasında şimdiki amcaoğlu apartmanının olduğu alandaki geniş ve büyük arazide oynadığımız toplar, kendi aramızda yaptığımız mahalle ve sınıf maçları, kaybeden takımın kazanan takıma iki bisküvi arasında bir lokum koyarak ikram ettikleri Galatasaray’ı, Fenerbahçe’yi, Beşiktaş’ı tutanların kendi aralarında yaptıkları derbi maçlarda konuşmalarımızın bir parçasıydı.
Benim hiç beceremediğim arkadaşlarımın daire çizerek, üçgen çizerek, kuyu kazarak veya bilyeleri bir çizgi çizip hangi baş gıdı, gıdı baş, benden baş veya öbür baş diyerek oynadıkları bilye oyunları, çanak çömlek oyunları, yakan top oyunları özlemlerimiz arasında yerlerini almıştı.
Etrafındaki kavak ağaçlarından görebildiğimiz kadar Kale’den seyrettiğimiz Kırşehirspor maçlarını ve ikinci yarı kapıların açılmasıyla birlikte stadyuma, türbinlere hücum ettiğimiz günleri hatırlamamak olmazdı.
Kırşehir'in büyük çoğunluğunu traş eden Aşıkpaşa Mahallesi’nde aynı sokaktan komşumuz olan merhum berber Cevat amcamızın yaptığı amigolukla türbinleri ayağa kaldırdığı, Kırşehirspor'u ateşlediği, Kırşehir'in renkli simalarından koleksiyonlarıyla ünlü merhum Galip Dayı’nın Kırşehirspor maçlarında türbinlerdeki söylemleriyle, şakalarıyla, elindeki aletleriyle türbinleri gülmekten kırıp geçirdiği günlerin tadı bir başkaydı.
Şimdi ki Kent Parkın olduğu alandaki ırmağa yaz mevsiminde sıcaklarda girerek yüzdüğümüz o günleri bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirerek konuştuk.
Aynı mahallede ki ağabeylerimizin duvar kenarlarında, elektrik direği altında sigara içerlerken, büyükleri görünce sigaralarını söndürmeleri veya kaçmaları ya da büyükler tarafından yakalandıklarında kulaklarının çekilmesi de konuşulması gereken bir anı olarak yerini almıştı.
Kırşehir tek katlı bahçeli evlerden oluştuğundan sabah kahvaltıda karıştırılan çay kaşığının sesinin diğer evlere duyulması sohbetimizdeki yerini almıştı.
Kısaca bir başka güzeldi teknolojinin ve çok katlı yüksek binaların insanları esir almadığı çocukluğumuzun Kırşehir'i. İnsanlık adına, yardımlaşma adına güzel olan her şey vardı Kırşehir'de.
İnsanlar sadece kendi çocuğuna değil komşusunun çocuğuna sahip çıkar annesi ve babası çarşıya, pazara gittiğinden dışarıda kalan çocukları komşular evlerine alırlar, karınlarını doyururlardı.
Bir iki aylığına evinden ayrılarak çocuklarının, kardeşlerinin, anne ve babalarının yanlarına gidenler evine bakması, sahip olması ve çiçekleri sulaması için güvenle verirdi evinin anahtarını komşusuna.
Hayat şartlarının zor, insanların kıt imkânlarla yaşamını sürdürdüğü ama her şeye rağmen mutlu olduğu günlerdi çocukluk günlerimiz. Ancak bu gün o güzelim günlerin yerini insanlık dışı davranışlar, menfaat, çıkar, ahlaksızlık, mesleklere ve zenginliğe göre ayrımlar aldı, kimse kimseyi tanımıyor selam vermiyor, menfaat ve çıkar uğruna her türlü yalanlar söylenebiliyor, iftiralar atılabiliyor, iş yerlerinde bir yerlere gelmek için her türlü yalakalık yapılıyor, taklalar atılıyor.
İşte öylesine onurlu, gururlu günlerden böylesine kokuşmuş günlere geldik
Eeeeee! şimdi söyleyin bana sizler o günleri özlemiyor musunuz?