Hani güzel bir söz vardır, “Gençliğinin kıymetini bilenler, ihtiyarlığında şikâyet etmezler” diye…
Gerçekten öyle. İnsan bir çiçeğe benzer. Her çiçek temiz havaya ve güneşe muhtaçtır. İşte bundan dolayıdır ki, çiçeğe benzeyen insan, temiz hava ve güneş bulamazsa çabucak solar, buruşur.
Ömür işte böyle geçip gidiyor. Dün doğduk, gözlerimizi açtık, büyüdük, yürüdük, okullu olduk. Çocuktuk; gençtik, bugün yaşlanıyoruz.
Saçlarımız ağardı, belimiz büküldü, kalbimiz tekliyor. Naçizane ben de bu yazımın yayınlandığı gün kalp rahatsızlığım nedeniyle Kırşehir Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde anjiyo olacağım. Ne olur ne olmaz, girip çıkmamak ta var. Şimdiden dostlarımdan, yakınlarımdan haklarını helal etmelerini istiyorum.
Ömür dediğin ne ki?
Hayat öyle kısa ki!
Dün yanınızda olan sevdikleriniz bugün yok! Bir masal gibi! Bir varmış, bir yokmuş!..
Evet, kendimize bakalım, arkamıza bakalım, geriye bir bakalım neler yaptık, ne yapıyoruz?
Halimize şükür diyor muyuz? Acze düşmeden, isyan etmeden yürekten bir şükür bilsek nelere kadir.
56 yıllık ömrümde neler yaptığımı, nelerle uğraştığımı, bugünlere nasıl geldiğimi şöyle bir hatırlamaya çalışıyor, anılarım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi akıyor.
Yokluklar; sıkıntılar, acılar, sevinçler…
Dünyaya geldiğimizi unutarak; o yılları nasıl geçirmişiz, nelere katlanmışız, sahip olduğumuz vücudumuza neler yapmışız hiç düşünüyor muyuz?
Hani var ya, bir idam mahkûmuna gidip; “Şu kadar cigara ve içkiyi iç, bu kadar yazıyı yaz, seni hemen serbest bırakacağız” deyin, yemin olsun adam ölmeyi tercih eder!.. Ama biz bunları yapıyoruz baksanıza…
Bazılarımız hâlâ bu işin aslını anlamadan, oturup bir muhasebesini yapmadan, aynada kırarmış saçlarına, buruşmuş derisine, elden ayaktan düşmüş gücüne-kuvvetine bakarak, “Ne olmuş bana yahu!? Ben böyle olacak, bu hallere düşecek adam veya kadın mıydım?” diyorlar…
Dünya kimseye baki değil. Her canlı doğar, gelişir, büyür, çoğalır, yaşlanır ve bir gün gelir ölür!..
Bunu bizim değiştirme gücümüz, hakkımız veya lüksümüz var mı?
Öyle olsaydı, Yüce Peygamberlerimiz, nice kral, kraliçe, imparatorlarımız, Karun gibi zenginlerimiz, büyük buluşlar yapan bilim insanlarımız hiç gönüllü ölür de giderler miydi!? Bunun da bir çaresini bulmazlar mıydı?
İşte mütevazı kişiliği, renkli ve kendine has üslubu ile Türkiye'de herkesin gönlünü kazanan rahmetli Sakıp Sabancı'nın hayattaki en büyük üzüntülerinden biri oğlu Metin'di. Sakıp Sabancı “otomobil üretiyorum ama oğlum binemiyor” sözleriyle de üzüntüsünü dile getirmişti.
Yani insan sağlığını ne para, ne mal, ne mülk sağlamıyor. Demek ki olmuyor, bu işte güç, bilgi ve para geçmiyor!..
İşte böyle hayat kısa geliyor insana…
Ha bugün başlayayım, ha yarın başlayayım derken bir bakıyorsunuz hafta, ay hatta yıl geçmiş gitmiş. Hep ötelediğimiz işlerimiz, duygularımız bir bakmışız ki uçmuş gitmiş. Zamanla mı yarışıyoruz, zaman mı bizimle yarışta bilmek mümkün değil.
Sonra ne mi oluyor? Alıp bir kenarda unuttuğumuz son kullanma tarihi geçmiş ürünler gibi bir yığın hayıflandığımız geçmiş günler... Kullanılamaz kaybolmuş yıllar.
Düşünelim; nasıl yıllar akıp gidiyor, tutmak mümkün değil, yerinde saymıyor uçup gidiyor.
“Sevgi” yaşamımızın her şeyi…
Güzel gülüşler, tatlı anılar, kırıp dökmeden, gözlerde yaş, kalplerde hüsranlar olmadan yaşanmış günler yaşayıp, geride hoş bir seda bırakalım.
Başa kakılmadan yapılan iyilik, alınan hayır dualar, çıkarsız yardım, geçip giden ömürden bize sadece arkamızda kalacak.
Hasetlik, fesatlık, şerlerden uzak olmak varken, nedendir mal, mülk, lüks yaşam hırsına kapılıp, kırıp dökmek, dedikodular?
Ömür geçip gidiyor, hâlâ doymadık mı bunlara?
Bir ayağı çukurda ama, hâlâ hal, hatır bilmeden kırıp dökenlere, yalnız kalanlara ne denir ki?
Diyecek bir şey yok. Can çıkmayınca huy çıkmazmış!
Cenap Şahabettin "Haset, başkasının balını kendi ağzına zehir etmektir" demiş.
Bakın Kırşehir’de çevrenize nice haset, nice fesat, nice şirret insan olduğunu görür ve mümkün olduğunca onlardan uzak durmaya çalışırsınız. Ama bazen olmuyor, ister istemez bir yerde karşılaşıyor, bir arada oluyorsunuz.
Yalanı, dolanı, riyayı sevmeseniz de, kabul etmeseniz de bu kişilerle uğraşıyor ve yoruluyorsunuz çoğu zaman. Ne yaparsın ki hayat böylelerini tanımakla geçiyor. Tecrübe ediniyorsunuz, ama iş işten çoktan geçmiş oluyor, kendi kendinizi yediğiniz, sinir katsayılarınızın arttığı da size kalıyor.
Vefasızlık, nankörler çığ gibi artıyor, yaptıklarınız gözlerinizin önüne geliyor ve “keşke yapmasaydım!” diye hayıflanıyor, isyan ediyorsunuz. Ama iş işten geçmiş, tavşan yamaca çoktan geçmiş oluyor.
Sonra dizlerinizi dövüyor, Türk siyasetinin duayeni, Kırşehirli hemşehrimiz rahmetli Osman Bölükbaşı’nın siyasi hayatında yaşadığı vefasızlıklar karşısında söylediği “Bağrım Karacaahmet Mezarlığı’na döndü” sözünün ne kadar doğru olduğunu benim gibi belli bir yaşa gelince daha iyi anlıyorsunuz.
Kürsüye çıktı mı, fırtına gibi eser, şiirler okur, fıkralar anlatır, espriler yapar ve adeta aslanlar gibi kükrerdi Bölükbaşı.
Osman Bölükbaşı, milletvekili seçtirdiklerinin seçimden bir süre sonra başka partilere gitmesini içine sindiremez ve seçimden önce milletvekili adaylarından "başka partiye gitmeyeceğim" diye noter senedi alır, hatta meydanlarda milletvekili adaylarına “Seçildikten sonra başka bir partiye geçersem, avradım boş olsun!” diye yeminler ettirirdi. Ama maalesef bu kişiler bir süre sonra yeminini unutur, başka partilerin yolunu tutardı!
İşte herkes böyle vefasızlıklar yaşıyor bu dünyada. Tabi üzülmekten başka da elinden bir şey gelmiyor. Benim de bağrım ne yazık ki Karacaahmet Mezarlığı’na döndü bu tür vefasızlıklar yüzünden…
Ne ihanetler, ne vefasızlıklar gördüm, ne olaylarla karşılaştım?
Kimlere neler yaptım, nelerini gördüm, neleri bağrıma gömdüm.
Gerçekten ahde vefasızlık ve hasetlik üzüyor hepsi bu…
Haseti olan kişi kendine dünyayı zehir ettiği gibi, yakınına aldığı kişiye de dünyayı dar ediyor.
Haset kendisi onmadığı gibi karşısındakinin de onmasını istemiyor ne yazık ki! Kıskanç karşısındakinin ortadan kaldırılmasını ve tümüyle yok olmasını isteye dursun, Cenab-ı Allah bunlara nice dersler veriyor uyarıyor, ama hala bu zavallılar bundan ders çıkarmıyor.
Yaşadıklarımızdan ders alıp yaşayacaklarımıza bakalım. Çünkü ömür geçip gidiyor… Geride hoş bir seda…
Yazımı çok sevdiğim “Ömür Dediğin” Şarkısının sözleriyle tamamlayayım:
Bir insan ömrünü neye vermeli
Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Yolda kalan da, bir yürüyen de bir
Harcanıp gidiyor ömür dediğin

Yüreğin ürperir kapı çalınsa
Esmeyen yelinden hile sezerler
Künyeler kazınır demir sandıkta
Tükenip gidiyor ömür dediğin

Dışı eli yakar içi de seni
Sona eklenmeli sözün öncesi
Ayrılık gününün kör dereleri
Bölünüp gidiyor nehir dediğin

Bir insan ömrünü neye vermeli
Para mı, onur mu, taş diken bir yol
Ağacın köküne inmek mi yoksa
Savrulup gidiyor yaprak dediğin

***

BİRAZ DA GÜLELİM!

Eşek olana semer vuran bulunur

Köyün yaşlı semercisi Bekir usta ölmüştü. Tüm eşekler köy meydanında toplandılar, tepinmeye, oynamaya başladılar.
Yaşlı, hasta bir eşek duvar dibinde düşünüyordu, ona geldiler.
“Haberin yok herhalde, semercimiz öldü.” dediler.
“Ne olmuş öldüyse?”
“Artık sırtımız yara bere içinde kalmayacak, özgür olacağız!”
“Nasıl bir özgürlükmüş bu?”
“Semerci olmayınca artık sırtımıza semer vurulmayacak, kırda bayırda istediğimiz gibi dolaşacağız...”
Yaşlı eşek gülmüş:
“Şaşarım aklınıza” demiş, 'bugün sevinçle tepineceğinize, aslında yas tutmalısınız. Bekir usta iyi kötü sırtımızın ölçüsünü biliyor, bizi rahatsız etmeyecek semerler yapmaya çalışıyordu. Yarın bir acemi semerci getirirler, sırtınız yaradan kurtulmaz. İyisi mi, siz semerciden değil, eşeklikten kurtulmanın yollarını arayın. Eşek kaldıkça, sırtınıza bir semer yapan bulunur.”

***

SEVDİĞİM BİR SÖZ

“Arsıza yüz verme, tepene çıkar! Edepsize çok susma, sabrını yorar! Cahile çok vefalı olma, bir pula satar! Yordam bilmeyenle yola çıkma, istikametin şaşar!”