Ülkemiz malum bir ekonomik sıkıntı içinde. Döviz kurlarındaki ani yükseliş, bütün sektörleri olumsuz yönde etkiledi. İğneden ipliğe her şeyin fiyatı aldı başını gitti.
Haydi dövizin artışı yüzde 40 arttı, alınan ürünlerin fiyatı da yüzde 40 artsın. Peki yüzde 300’lere varan artış nasıl oluyor?
İşte şu elinizde tuttuğunuz gazete kâğıdının topu 42 liraydı, bugün 130 lirayı geçmiş. Bu nasıl artış, bu artışın vicdani tarafı var mı?
Kâğıda gelen bu artış kâğıt ürünlerini de tabi doğal olarak arttırdı.
Kırşehir’de okulların açılması ile öğrencilerden her gün kitap, yardımcı kaynak isteniyor. Veliler de mecburen kırtasiyecilerin, kitapçıların yolunu tutuyor. En ucuz kitabın 50 lira olduğunu görünce ne yapsın anne ve babalar, mecburen almak zorunda çocuğu için.
Bir kitapla, yardımcı kaynakla bitmiyor ki, her öğretmenin birkaç kitap istediğini düşünürseniz vay halinize vay! Aileler bu gidişle kitapçılara ve kırtasiyecilere çalışacak!
Tabi sadece kitap ve yardımcı kaynak yetmiyor, buna bir de tanesi 30 lira olan akıllı defterler isteniyor!
“Defterin de akıllısı mı olur?” diye düşünmeyin, her gün bir şeyler icat ediliyor, şimdi de dinlendiren defterler çıkmış! Öğrencilere listeler veriliyor, din dersinden, matematiğe, Türkçeden sosyala kadar akıllı defter vardı da, şimdi bir de dinlendiricileri çıkmış! Akıllı resim defteri de çıkabilir. Resimler hazır, öğrenciler üstünden şöyle bir boyar geçer, işte bu. Ne gereği var öğrencinin resim çizmesine! Yakında güldüren ve ağlatan defterler de çıkarsa şaşmayın.
Ben bu konuda haber ve yorumlar yazmaktan bıktım. Çok şükür Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Şevket Karadeniz’in okul müdürlerini ve öğretmenlerini uyarması sonucu artık öğrencilere marka ve kırtasiye ismi verilmiyor, ama şimdi de akıllı ve dinlendirici defter talepleri geliyor. Diğer defterleri demek ki boşu boşuna almış veliler!
Yazık oluyor, öğrencilere ve şu ekonomik kriz içinde kıvranan velilere.
Ya akıllı ve dinlendirici kitaplar piyasaya sürülüyor, bazı uyanık kitap ve kırtasiyeciler hemen işbaşında. Nasıl olsa öğretmenler var. Canları sağolsun, onlar bir şekilde destek olurlar!
Bu gidişle öğrenciler alacakları akıllı defterlerle akıllanacak, dinlendirici defterlerle dinlenecek, ama veliler de akıllarını yitirip, kafayı bozacaklar. Onların akıllanmaya ve dinlenmeye vakti olmayacak. Tabi çalışıp, kazanacak bir iş bulabilirlerse!
Bu konuda kimseyi eleştirmek istemiyorum, ama sadece el vicdan, el insaf diyorum.
Kırşehir’de halkın içinde olan, onların yaşadıkları bu durumu tespit edeceğine inandığım Sayın Valimiz İbrahim Akın, belki şu öğretmenlerimizi bir uyarma gereği duyar da, öğrencilerden akıllı ve dinlendirici defterler istenmekten vazgeçilir.
Sayın Valimiz İbrahim Akın bu konuda belki bilgi sahibi olmayabilir. Ama şöyle bir ortaokula gitse velilerin bu konuda sıkıntılarını dinlese, akıllı ve dinlendirici defterlerden tutunda, yardımcı kitaplara kadar öğrencilerden istenenleri bir görse, sanırım sayın Valimiz de bu konuda velilere hak verecek, belki bu konuda bir şeyler düşünecek ve gereğini yapacaktır.
Bugünleri görünce, 45 yıl önce kendi ilkokula gittiğim yıllar aklıma geldi.
1970 yılında babam beni bugünkü Prof. Dr. Erol Güngör Ortaokulu’nun bulunduğu yerdeki Namık Kemal İlkokulu’na yazdırmıştı. Yokluk ve sıkıntılarla geçen o yıllarda benim büyüğüm ağabeyimin küçülen siyah önlüğüyle okula gidiyordum. Doğru dürüst çanta yok, alınan defterlerle, kalem ve silgilerin yedeği hiç olmazdı. Silgiyi kaybedince, arkadaşından istersin, ondan almazsan, parmağınla ıslatarak silersin. Tabi defterin yırtılmazsa!
Bazı arkadaşların terliklerden kestikleri lastikleri silgi olarak kullandıklarını bilirim. Bazı anneler çocuklarının silgileri kaybolmasın diye bir ipe geçirir, boğazımıza altın gibi takarlardı.
Bizler ağabeyimizden, ablamızdan artan defterleri de kullanırdık. Defter yüzü alamadığımız için gazete kâğıtlarıyla defter ve kitaplarımızı yüzler, yapıştırıcı alamayınca hamuru tutkal niyetine kullanırdık.
Hey gidi günler hey!...
Nereden nereye!
Şimdi öğrencilerimize her yıl okul kıyafeti alıyoruz, defter, kitap, kalem gibi tüm kırtasiyeleri dolduruyoruz, defter-kitap yüzü bile artık zahmetsiz, hazırlarıyla anne ve babalar olarak biz yüzlüyoruz, etiketine adını, soyadını, numarasını bile biz yazıyoruz.
Çocuklarımız bir okula gidiyor, geliyor. Neredeyse derslerini anne ve babalar birlikte çalışıyoruz. Zoraki dersler yapılıyor, kafa ya bilgisayarda, ya tablette, ye da telefonda olan çocuklarımızdan biz nasıl başarı sağlayacağız?
Yokluk yaşamayan, zorluk ve zahmet çekmeyen, tembelleşen çocuklarla gidiyoruz tam gaz ileri…
Anne ve babalar çocukları için yemiyor, içmiyor, giymiyor, gezip, tozmuyor, boğazından, dişinden, tırnağından artırdıklarıyla kusursuz bir eğitim almasını sağlarken, okullarımız da emanet ettiğimiz, o eli öpülesi öğretmenlerimizin bazıları ne yazık ki, öğrencileri akıllı ve dinlendirici defterlerle onları iyiden iyiye tembelleşmeye, kolaycılığa sevk etmiyor mu?
Diğer yandan benim annem ve babamın öğretmenime “eti senin, kemiği benim” diye emanet ettiği öğretmenlerimize bugün bunu diyen kaç anne ve baba var ki?
Bizim gibi tokatlayıp, sıra dayağına çeken öğretmenlerimiz de yok artık. Bırakın tokat atmayı, kızsa ya mahkemelik oluyor, ya da başka yerlere sürgün ediliyor, hatta meslekten ihraç ediliyor.
Nereden nereye?
Dedim ya, diyecek bir şey yok!
Biraz vicdan…
Son olarak şunu hatırlatayım, lütfen herkes başkalarını da kendi yerine koysun. "Herkes bir gün uğurlanır... Kimisi bir yola. Kimisi de dönüşü olmayan bir sona” demişler.
Bu işte bir dönüş vardır. Lütfen eğitimdeki yanlışlara, olumsuzluklara daha fazla fırsat vermeyelim.

Kıssadan hisse!...

“Ben O değilim!” diyenler!

Eski tarihlerde bir medresede eğitim gören çok samimi üç arkadaş medreseden mezun olduktan sonra birbirlerinden ayrılmaları çok zor olmuş. Yedikleri ve içtikleri ayrı gitmeyen bu üç arkadaş; nerede, hangi işte ve hangi görevde olurlarsa olsunlar, birbirleri ile;
İrtibatı asla kesmeyeceklerine, doğru yoldan, adalet ve hakkaniyetten ayrılmayacaklarına,, hine ve vatana hizmet davasından hiçbir zaman geri kalmayacaklarına dair söz vermişler.
Aradan yıllar geçmiş birbirleri ile irtibat kuramamışlar. Çünkü o dönemde iletişim araçları sınırlı imiş. Bunu bilen arkadaşlar zamanın kendilerini de yıpratması sonucu karşılaşmaları halinde birbirlerini tanımakta zorluk çekmemeleri için aralarında bir şifre belirlemeye karar vermişler. Çok kısa ve hatırda kalıcı bir şifrede anlaşmışlar.
O da “Ben O’yum!”...
Aradan uzun yıllar geçmiş, bizim üç idealist dava arkadaşının her biri bir köşeye savrulmuş:
- Biri Müderris (hoca),
- Diğeri sayılır bir tüccar,
- Bir diğeri de Mutasarrıf (vali) olmuş.
Tüccar olan şehir şehir dolaşırken, bir şehirde arkadaşının o şehrin mutasarrıf olduğunu öğrenir. Hemen kadim dost ve dava arkadaşını ziyaret ve tebrik etmek ister.
Kapıya varır görüşmek ister, fakat güvenlik ve bürokrasi çarkını aşmak kolay olmaz.
Görevlilere kendini tanıtıp, vali beyin medrese arkadaşı olduğunu, yıllar öncesinden tanıştıklarını, anlatmışsa da fayda etmez, sırasını beklemek zorunda kalır.
Vakit geçmiş, lakin kendisine bir türlü sıra gelmemiş…
Nice sonra bizim tüccarın aklına mezuniyet günündeki yıllarda belirledikleri şifre gelmiş.
Derhal küçük bir kâğıt parçasına “Ben O’yum” diye yazmış ve görevliye uzatarak bunu, vali beye iletmesini istirham etmiş…
Onun bu ricasını isteksizce yerine getiren görevli az sonra geri dönüp aynı kâğıdı tüccara uzatmış…
Bizimki şaşırmış… Ama asıl şaşkınlığı kâğıdın arkasını çevirince yaşamış.
Kağıdın arkasında “Sen O olabilirsin ama… Ben O değilim!” yazmaz mı?
Bu kıssa, günümüz insanlarını ne kadar da güzel anlatmıyor mu?
Hakikat şu ki, nice arkadaşlar makamla, parayla, şöhretle tanışıp her imkana sahip olunca, adeta "Tanınmaz" hale geliyorlar ve "Ben O değilim" çizgisine savruluyorlar.
Çünkü bu kişiler, ulvi ideallerle yola çıktıkları halde amaca ulaşmak için!
Yolda bulduklarını, yola çıktıklarına değişen ve amacına ulaşmak için her yolu mubah gören kişiliksiz ve omurgasız karakteri zayıf insanlar...
Kıssamıza uygun söylersek bugün:
“Ben O’yum!” diyebilen kaç gerçek dost ve arkadaş var?!
Öte yandan; “Ben O değilim!” diyenler dünyaya sultan olsa ne yazar?

***

Biraz da gülelim!

Reçeteni göster!

Temel eczacılık fakültesini bitirmiş, fakat eczane açacak 3'eteri kadar parası yok... Girmiş bir eczaneye:
Beyefendi sizde soğan var mı?
Adam Temel'i başından savmış. Temel bu durur mu?
Her gün yeni saçma sorularla geliyormuş. Bir gün eczacı dayanamamış Temel'e sormuş:
Kardeşim senin derdin ne?
Burayı bana sat.
Eczacı kurtulmak için eczaneyi satmış, birkaç gün sonra eczaneyi satan adam içeri girmiş, Temel'e:
“Siz de soğan var mı?” demiş...
Temel adama:
“Biz de soğan var, ama senin reçeten var mı?” demiş....

***
Sevdiğim bir söz

“Kimle gezdiğinize, kimle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin. Çünkü, bülbül güle, karga çöplüğe götürür.” Hz. Mevlana