Ağzımızı açtığımız zaman hepimiz hak, hukuk, eşitlik ve adaletten bahseder,  konuşurken öylesine konuşuruz ki mangalda kül bırakmayız. Ancak eşitlik ile adalet arasındaki farkı bir türlü anlayamaz, eşitliği adalet gibi görürüz.  
Sizce bizim ülkemizde adalet var mıdır? 
Sizleri bilmem ama bana göre bizim ülkemizde hiçbir zaman adalet olmadı. Bu durum sadece günümüzde değil, geçmiş yıllardan gelen bir durumdur. Özellikle siyasiler kendi çevreleri dışındakilere adaletli davranmadı. 
Bakınız ilimiz Kırşehir’de faaliyet gösteren kurumlara. Bu kurumlara personel alınırken, yönetici atarken adaletli davranılıyor mu?  
Hayır davranılmıyor. 
Siz zannetmeyin ki kurumlarda işe alınırken, kadro ve sözleşme verilirken, müdür tayin edilirken adaletli davranarak hak edenlere görev verilmektedir. Hiçte öyle değil. Siyasette dayın olduğu zaman tahsilin, bilginin, kültürün, çalışkanlığın, adaletin hiç önemi yoktur, istersen bir hiç ol seni alırlar bir yerlere getirirler. Çünkü arkanda dayın var. Bir de bu dayılar konuşurken adaletten bahsedip abdest alıp, namaz kılıp, Allah, kitap nidaları atmazlar mı? İşte insanın içine oturan da burasıdır. 
Eğer bizim ülkemizde adalet olsaydı, “Kırşehir bana oy vermiyor!” diye ilçe yapılmazdı.
Şimdi bir de Ramazan ayına girdik ki artık herkes dürüstlükten, herkes adaletten, bahseder ve dini,  imanı kimseye bırakmazlar. 
Peki çiğnedikleri adaletin, yaptıkları adaletsizliğin hesabını nasıl verecekler bunu hiç düşündüler mi?  
Eşitlik ise adaletten farklı bir sözcük olup, aslında çoğu zaman adaletle karıştırıldığını görüyoruz. Eşitlik, iki şeyin her yönden denk olması demektir. Adalet ise, her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmak şeklinde tarif edilir. 
Kısaca okuyanla, okumayana, hak edenle, hak etmeyene eşit değil adaletli davranmak gerekir. Boşuna dememişler hiç bilenle, bilmeyen bir olur mu diye o halde bilenle, bilmeyene nasıl eşit davranılacak işte adalet burada devreye girer ve bilenle bilmeyeni ayırarak hak edene hakkını verir.  
Öyle ki insana iki, koyuna ise dört ayak verilmesinde bir eşitsizlik vardır ama adaletsizlik yoktur. İnsana böylesi, koyuna da öylesi yaraşır. 
Mutlak eşitlik, yani her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması adalete zıttır. 
İnsanların sanatlarına bir göz atalım: Bir şair, kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi, şiirin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısrayı şiirin tümünü gözeterek kaleme alır. Burada mutlak eşitlik değil, adalet söz konusu. İlk mısra başa düşer, son mısra arkada kalır, ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler. 
Kırşehir’deki bir fabrikatör, fabrikasının büyüklüğünü, bölmelerini, motorlarını, kazanlarını, en küçük cıvatasına varıncaya kadar her şeyini hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik bu nizamı harap eder. 
Bir ressam da öyle değil mi? O, çizdiği her bir tabloda her deseni yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa onu onunla boyar. Kime ne münasipse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar. 
Cenabı Hakkın şu âlemdeki icraatı da eşitlik üzerine değil, adalet esasına göre cereyan ediyor. İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı her şeyden önce, anne, baba ve evlât kavramlarından söz edilebilir miydi? 
Bütün insanların, bütün yönleriyle eşit olmaları halinde artık ortada toplum hayatı diye bir şey kalmaz. Bu farazi ile ne Peygamber (a.s.), ne ümmet, ne kumandan, ne nefer, ne baba, ne evlat, ne işveren, ne işçi, ne öğretmen, ne talebe kalır. Bilmem böyle bir cemiyet hayatı düşünülebilir mi? 
Diğer varlıklara da bir göz atalım: Mutlak eşitlik olsaydı ne yer kalırdı, ne de gök. 
Şimşek çakıyorsa, bulutların elektrik yüklerinin aynı olmadığındandır. 
Ruhumuzla bedenimizi düşünelim. Mutlak eşitlik olsaydı hangisi hangisine hükmedecekti? Organlarımızın hepsi el yahut tamamı kalp olsaydı hayatımızı sürdürebilir miydik? 
Serçe ile kedinin eşit olmadıkları malûm ama her ikisinde de ilâhî adalet bütün berraklığı ile okunmakta. Kedilik” mahiyeti neyi gerektiriyorsa, ruh hâletinden, diş ve tırnak yapısına, vücut çevikliğine kadar hepsi adaletle verilmiş; hiçbir şey noksan bırakılmamış. Aynı şekilde, “serçelik” mahiyeti de neyi icap ettiriyorsa, ona da o kabiliyetler ve o vücut yapısı eksiksiz takdim edilmiş. 
İşte adalet budur. “Niçin o serçe oldu, bu kedi?” diye bir soru sormaya kimsenin hakkı yoktur. Sorulursa, “Allah böyle olmasını istemiştir.” diye cevap verilecektir. Aksini irade etseydi o soru yine sorulacaktı. 
Kaldı ki, ne o serçe, ne de o kedi, başka bir âlemde imtihana tâbi tutulmuş değiller. Tâ ki, başarılarına karşılık, kendilerine verilen hayat makamını az bulsunlar. Onlar daha düne kadar, yokluk karanlıklarında Allah’ın lütfunu gözlemekteydiler. Hiçbir hakları yokken Cenâb-ı Hak onlara, şu hazır bedenlerini ve ruhlarını ihsan etti. Onlar da bunu şuurlu bir şekilde biliyormuşçasına, hallerinden memnun olarak sürdürüyorlar hayatlarını. Ruhlarında, kadere itirazın zerresi dahi bulunmuyor. 
İşte bütün bunlar İlâhî adaletin harika tecellileri. Biz bu tecellileri ibretle seyretmeliyiz ve şu geçici dünya hayatında insanların farklı tarzlarda imtihan edilmelerini de bu şuurla değerlendirmeliyiz. Hikmeti, ancak ahirette anlaşılabilecek olan bazı farklılıkları hemen itirazla karşılamamalıyız. Günümüzde de eşitlik ve adaleti birbirine karıştırmamalıyız.