Bir Ramazan Bayramı’nı daha geride bıraktık. Önceki yazılarımda belirttiğim gibi eşimin annesinin rahatsızlığı dolayısıyla iki ayı geçen bir zamandır Eskişehir’deyiz, dolayısıyla Ramazan bayramını Eskişehir’de geçirdik, bir müddet daha Eskişehir’de olacağız.

Günümüz de bayramlar bayram gibi yaşanmasa da Kırşehir dışında olmama rağmen bu bayram benim için sevinçli, güzel ve duygulu geçti. Nasıl geçmesin ki! Kırşehir’de Cacabey Ortaokulu’nda öğrenci olduğum yıllarda okul müdürüm Aşır Yıldırım ve okul müdür yardımcım Mustafa Karakoç hocalarımla yaklaşık beş sene sonra, ortaokul bir ve ikinci sınıflarda matematik öğretmenim Hasan Hüseyin Sun hocamla çok uzun bir süre sonra telefonda konuşma imkanı bularak bayramlaştım, sohbet ettim.

Yine Cacabey Ortaokulu’nda fen bilgisi öğretmenim olan Gülsen Beyhan Saray hocamla kırk iki sene sonra sosyal medyada da olsa karşılaştım, yazışarak sohbet ettim. Ayrıca Cacabey Ortaokulu üçüncü sınıfta matematik öğretmenim olan Uğur İlter hocamla kırk iki yıl sonra Eskişehir’de karşılaşarak görüşme imkanı buldum ve bir kafede oturup çay içip, sohbet ederek eski günleri yad ettik.

Hayata atılmamda büyük emekleri olan hepsi birbirinden kıymetli hocalarımla yıllar sonra görüşmek çok duygulandırdı beni. Gerçekten kılık ve kıyafetleriyle, saçlarıyla, günlük tıraşlarıyla örnek, itibarlı ve erdemli öğretmenlerdi. Öğrenciler arasında zengin, fakir öğrenci ayrımı yapmazlar, herkese eşit davranırlardı. Bizlere her şeyi okulda, derslerde öğretirlerdi, anlamadıysanız, öğrenemediyseniz evimde saat ücreti karşılığında ders veriyorum evime özel ders almaya gelin demezlerdi. Büyük çoğunluğunun arabası yoktu, iki veya üç çeşit elbiseleri vardı. Döviz, borsa, repo, faiz, araba ve gayrimenkul takibi yapmazlardı. 

Buraya kadar her şey benim için çok güzeldi. Ancak bunun dışında hiçbir şey güzel değildi çünkü Kırşehir, Eskişehir veya ülkemizin başka bir şehri hiç fark etmiyor artık bayramlar bayram gibi yaşanmıyor. Kimse, kimsenin kapısını çalmıyor. Çok üzücü bir durum. 

Bir ara salona geçtim cep telefonumu ve televizyonu kapattım, eşimin getirdiği demli çayı yudumlayarak daldım derinlere, gittim uzaklara ve Kırşehir’de çocukluk yıllarımda yaşadığımız bayramları kendi içimde yaşadım. 

Çocukluk yıllarımızda insan oğlu haddini bilip,  büyük lokma yiyip, büyük konuşmazken, kötü söz söylemeyip, el alemin namusuna yan  gözle bakmaz iken, sapa, kulpa, kapağa itibar etmeyip, para, pula gösterişe aldanmaz iken,  banka kredisiyle araba, baba parasıyla ev alarak hava atmaz  iken, insanın insan gibi yaşadığı, selam alıp, selam verdiği, hal hatır sorduğu  yıllarda bayramlar bir başka güzel yaşanırdı Kırşehir’de.

Günler öncesinden başlardı bayram hazırlıkları. Komşular bir araya gelerek birbirlerinin  baklavasına, böreğine, çorbasına, sarmasına, dolmasına yardımcı olurlardı. Benim doğup büyüdüğüm Aşıkpaşa Mahallesi Özbağ Sokakta rahmetli annemle birlikte, Zöhre Hala, Halise Hala, Ümüş Teyze, Akile Yenge, Melahat Yenge, Asiye Yenge, Nimet Yenge, (Allah rahmet eylesin hepsi de rahmetli oldular) ve halen hayatta olan, Allah şifa versin şu an ciddi bir hastalıkla mücadele eden Meryem yenge bir araya gelerek evlerinin baklavalarını, böreklerini, sarmalarını, yemeklerini yaparlardı. Tabi isimlerini saydığım komşularımızın kızları da günümüzde yumurta pişirmesini bilmeyen kızlar gibi giyinip, süslenip, sevgili peşinde koşmazlar aksine baklava, börek yapanların yemeklerini yapıp,  çaylarını demledikleri gibi baklava, börek işlerinde  annelerine yardımcı olurlardı.

Arife gününden itibaren mezarlık ziyaretleriyle başlardı bayram heyecanı.  Arife gecesi bayram için alınan ayakkabıları yastığımızın yanına koyarak birlikte yatardık, elbiseleri bayram sabahı kalktığımızda hemen görebilmek için karşımıza koyardık. Heyecanla beklerdik sabahı, güneşin ilk ışıklarının açmasını ve sevinçle yataktan fırlamayı. Bayramlaşmak için sabırsızlıkla beklerdik babalarımızın, büyüklerimizin bayram namazından gelmelerini.  Bayram sabahı Kırşehir kalesinden atılan bayramın habercisi topun sesi ayrı bir renk katardı bayramlara.

Ayrıca tek katlı bahçeli müstakil  evlerden oluşan Kırşehir’de erkenden sulanan, süpürülen, temizlenen sokaklar mis gibi kokardı.

Bayram günü baba evinde toplanılır ayrı bir sevinç yaşanırdı. Bir yandan kardeşler, bir yandan yeğenler, annelerin gözleri sevinçten gözyaşlarıyla dolardı. En büyüğünden en küçüğüne yavrular, torunlar etrafta, içlerinde, yüreklerinde hiç bitmeyen “Ya Rabbim, bizi bir bayrama daha kavuşturduğun için şükürler olsun sana, bizleri nice  bayramlara yine kavuştur” denilerek dua yapılırdı. 

Sabah kahvaltısından sonra babalarımız, annelerimiz ve diğer büyüklerimiz Sırayla dizilirler bizlerde ellerini öper, bayram harçlıklarımızı alırdık. Büyük bir sevinçle, heyecanla, içten ve samimi bir şekilde kardeşlerimizle birbirimize sarılıp, kucaklaşırdık.

Aile etrafında bayramlaşma bittikten sonra biraz misafir ağırlanır, biraz hazırlanılır, kardeş, kardeş hep beraber ailece çıkılırdı komşuları, dostları, akrabaları ziyarete. Ne kapı kapalı dururdu ne de kapı zilinin üzerinde çocuk uyuyor zile basmayınız yazardı. Kapısı, sofrası, gönlü açıktı insanların.

Her evde, her sokakta, her mahallede ayrı bir heyecan,  coşku, sevinç  vardı   bayramlarda. Ulaşımın kolay olmadığı, insanların bu kadar arabası olmadığı dönemlerde soğuk, sıcak demeden en uzak yerlere yürüyerek gidilirdi. 

Özellikle günler öncesinden alınan rengarenk  bayramlık kıyafetlerini giyen çocuklar ayrı bir güzellik katardı bayramlara. Sokaklar cıvıl cıvıldı, çocuklar her kapıda “Bayramınız mübarek olsun yengeciyim, amcacığım!” der çantalarını şekerle, parayla doldururdu. Aldıkları parayı saydıkça sevinçten dört köşe olurlardı, coşarlardı akşama kadar.

Kısaca bayramlarda buram, buram maneviyat kokar, ılık, ılık mutluluk, yardımlaşma, huzur ve insanlık rüzgarı eserdi.

Ne güzeldi o bayramlar.

Ama şimdi öyle mi?

Maalesef bu bayramlar bayram değil.  Bayramlar gibi yaşanmıyor, tadı tuzu kalmadı bayramların.

Kırşehir’de tek katlı bahçeli müstakil evlerin yerlerini çok katlı apartmanlar aldıktan sonra komşu, komşuyu tanımaz ve selam vermez oldu. Birlikte hareket edilmiyor. Herkes birbirinden habersiz yaşıyor.

Bayram heyecanı yok artık. Kapılar, sofralar gönüller kapandı. Ne bet kaldı, ne bereket. Unutuldu büyükler, eş, dost akraba ve yakınlar. Bayram ziyaretlerine gidilmiyor, çocuklar şeker toplamıyor, kapılar açılmıyor, fakirler gözetilmiyor, herkes kendi havasında bir şişkinlik, şımarıklık almış başını gidiyor.

Bizi biz yapan milli ve manevi değerlerimizi kaybetmişiz. Çağdaşlık maskesi altında yozlaşmışız. Dini ve ahlaki değerlerimizi erozyona uğratmış ve işimize nasıl geliyorsa ona göre hareket etmeye başlamışız.

Bayram denilince aklımıza denizler, plajlar, oteller geliyor. Birde tatil dokuz güne uzatılırsa kim ne eylesin anneyi, babayı, büyükleri, yaşlıları, hastaları, eş, dost ve akrabaları. Herkes kendi tavında demir dövüyor.

Kısaca bizi biz yapan değerlerimizi kaybettik, büyüklerimizi ve en önemlisi insan olduğumuzu unuttuk. Bizleri bekleyenlerin olduğunu, gözlerinin yollara baktıklarını düşünmez olduk. Varsa yoksa rahat hayat, lüks arabalar, konforlu evler, tatiller, plajlar. altı ayda bir değiştirdiğimiz telefonlar. Gözlerimiz başka bir şeyi görmez oldu. Elleri koynunda cam kenarlarına oturmuş nenelerimizi, dedelerimizi, gözleri yaşlı anne ve babalarımızı unuttuk.

Kırşehir gibi Anadolu’nun ortasında yer alan birkaç bir kaç ilimizde anne, baba buradaysa gidiliyor tabii ama yine de kardeşlerin kaçı bir arada bulunuyor? Herkes birbiriyle dargın. Biri giriyor, diğeri girmek için girenin çıkmasını bekliyor.

Anneler kapıdan bakıyor,  gözleri uzaklarda, gözleri dolu, dolu, hiç susmuyor, devamlı akmaya hazır, ama bu defa kederden, üzüntüden dolayı.

Hüzün, hasret en iyi dostu olmuş, yerleşmiş yüzlerine.

Ne gidilen yerde tat var, ne de bizlerde.

Kardeşinizle karşılaşıyorsunuz, sımsıkı sarılamıyorsunuz. Gönülden bayramlaşamıyorsunuz.

Anne ve babaların gözleri yollarda, “Gelen de sağ olsun, gelmeyen de.” diyorlar. Takmıyormuş gibi göstermeye çalışıyorlar ama aslında gözleri kapıda ve her yerde olmayanları arıyor, içlerinde yalvarmalar, “Gelin artık, bizleri ve baba evinizi böyle sessiz bırakmayın, yansın ışığımız, tütsün ocağımız, sizleri bekliyoruz” diyorlar.

Bekleyen beklesin,

Özleyen özlesin,

Hasret çeken çeksin,

Gözü yollara bakan baksın,

Ağlayan ağlasın

Düşünmez olduk.

Her geçen gün eriyoruz,

Her geçen ay tükeniyoruz,

Her geçen yıl bitiyoruz.

Dargınların birbirleriyle barışması için bir vesiledir bayramlar.

Darılmak, dağılmak, ayrılmak ve anneyi, babayı unutmak için büyümedi çocuklar.

Bir elin beş parmağı birbirinden ayrılır mı? Birbirinden kaçsalar bile yine bir aradalar. Deneyin bakalım, ne kadar uzaklaşabilirler, ancak yakın olurlarsa ısıtırlar birbirlerini, onlar ayrılmak istedikçe köklerini acıtırlar. Biri kanasa diğerine bulaşır acısı, kanı.

Böyleyken kardeşler, ağabeyler, ablalar, nereye kadar varacaksınız, dayanacaksınız bakalım. Üç günlük dünyanın nesi sebep sizi birbirinizden böyle uzaklaştırmaya, hepimizin canının aslında tek bir can olduğunu ne zaman birimiz bu dünyadan gidince, kabre girince mi anlayacaksınız,  pişman olacaksınız.

Söyleyin ne zaman? 

Ne zaman olduğunu bilmiyorum ama tek bildiğim bu bayramlar bayram gibi yaşanmıyor.