Hayat pahalılığının tavan yaptığı, insanların geçim sıkıntısı yaşadığı ülkemizde, dünyayı esir alan korona ve hemen her gün ülkemizin Irak ve Suriye sınırında ki çatışmalarda şehit olan askerlerimizin acı haberlerinin gölgesinde bir kurban bayramını daha geride bıraktık.

“Allah’ın emridir, elhamdülillah Müslüman’ım” diyerek Kurbanlarımızı kestik, ihtiyaç sahiplerine vermek yerine çoğunu kasaba götürerek sucuk yapmak için kıyma çektirdik, sucuk malzemeleri aldık, sucukları yaparak balkonlara dizdik, kalanın da kavurma yaparak dolaba koyduk, çok azını da bayramda azar azar yedik. Böylece Allah’ın emrini yerine getirmiş olduk. Özet olarak Anadolu deyimiyle “ kendimiz çaldık, kendimiz oymadık, fakiri, fukarayı düşünmedik, iyi insan olsaydı fakir olmazdı dedik.  

Allah’ın emrini de, dini de, kurban bayramını da kendi istediğimiz, işimize geldiği gibi uyguladık. Bu bizim yapımızda var.

Bayramlarla ilgili yazacak çok şeyler var ama zaman zaman yazdığım için idrak ettiğimiz kurban bayramı hakkında derinden bir şeyler yazmak istemiyorum.

Sadece; Bayramları bayram gibi yaşayan bir nesilden, bayramları tatil olarak değerlendiren ve tatil sonrası yüzü kızarmadan annesine, babasına, ablasına, ağabeyine veya diğer yakınlarına “ geçmiş bayramınızı tebrik ederim “ diye mesaj atan, annesinin, babasının gözlerinin yollara bakıdan duyarsız bir nesile ne kadar hızlı gedik anlamış değilim.

Maalesef dünyanın fani ve gelip geçici olduğunu mezarlıkların geçerken daha iyi anlarız.

Nedense yaşarken bu dünyanın etme bulma dünyası olduğunu ve kimseye kalmayacağını idrak edemiyoruz. 

Teknolojinin sürekli değiştiği, yenilendiği yaşantımızda insanlar da demode oldu.

Sanki bu dünya da kalıcı olacaklar gibi herkes ayrı bir hava, ayrı bir tencere.

İnsanlar birbirine selam vermez oldu. Hiç kimse bir vatandaşın yarasına merhem olmuyor. İyilikler, güler yüz, tatlı dil, yardım severlik unutuldu. Büyüklenmek, havalanmak, kendini beğenmişlik bir sanat oldu. Mütevazılığı, hoş görüyü unuttuk.

Para hırsı, döviz ve borsa, son model arabalar, lüks evler ve eşyalar, altı ayda bir değişen cep telefonları, moda takibi aklımızı başımızdan aldı. Gözümüz bir şey görmez oldu.  Yanı başımızdaki komşumuza merhaba demez olduk, verilen selamları da almaz olduk.

Orta Anadolu’nun ortasında sözde Anadolu Türk adet ve geleneklerin yaşandığı Kırşehir’de yolda yürürken, apartmanlara giriş ve çıkışlarda bırakın gençleri yaşını başını almış insanlara selam veriyorsun almıyorlar, trene bakar gibi bu bana niye selam verdi diye dövecekmiş gibi gözlerimizin içine bakıyorlar. Sanki adama küfür ediyoruz.

Kamu ve özel kurum çalışanlarının büyük çoğunluğunda öz güvene sahip çalışkan, iş bitiren vatandaşa yardımcı olan, verimli, üretken personellerin yerine elinden hayır şer gelmeyen, alın teri akıtmayan,  üretmeyen akşama kadar başını ve tespihini sallayıp, ayın on beşinde maaş alan kendisini bulunmaz Hint kumaşını zanneden yalaka tipli, gösteriş budalası, riyakâr insanların yer aldığı, çalıştığı makam sahibi olduğu kurumlar haline geldi. Bu durum Kırşehir’ de olduğu gibi diğer illerimizde de böyle.

Gezip gördüğüm illerdeki halkla ilişkiler de çalışanlar la Kırşehir’de faaliyet gösteren kurumlarda halkla ilişkili çalışanların halkla ilişkileri yok dersek yalan olmaz. Bunu derken iletişim, medya ve halkla ilişkiler konusunda eğitim almış birisi olarak gözlemlerim doğrultusunda söylüyorum.

Bundan birkaç yıl önce Kırşehir’de sabahın erken saatlerine yağmurlu bir hava da bir kamu kurumuna yolum düştü. Girişte müracaatta iki personel çalışıyor. Yanlarına üzerinde eski elbiseler olan, yağmurda ıslanmış yaşlı bir teyze geldi. “Yavrum oğlum gelinimle bir olup, beni evden kovdular, geceden beri sokakta kaldım, yağmurda ıslandım, üşüdüm yaşlılar yurduna nasıl giderim, nasıl yerleşirim bana yol gösterin, beni ilgililerle görüştürün dediğinde orada çalışan yalakalıkla, ikiyüzlülükle birilerin gönlünde taht kuran daha önce üst düzey yöneticiler nerede namaz kılacaksa onları takip ederek kendisini görmeleri için üst düzey yetkililerin namaz kıldığı camiye veya mescide giden, abdest almadan önce birileri görsün diye kollarını ve ayaklarını katlayarak birilerinin görmesi için koridorlarda yürüyüş yapan, şimdi ise abdesti, namazı bir tarafa bırakarak şimdi ki üst düzey yöneticilere göre hareket eden zatı muhterem yaşlı teyzeye“ senin burayla, bizimle alakan yok, valiliğe git Valiliğe onlar sana yardımcı olur“ dedi. 

Buraya kadar olay tamam ve doğru o kurumun yaşlı teyzemizin isteğiyle ilgisi yoktu sonuçta yaşlı teyzemizin Valiliğe gitmesi gerekiyordu.

Ancak gecenin bir saatinde sokağa atılmış yaşı seksene gelmiş okuma, yazma, yol, yordam bilmeyen, valilik yolunu bilmeyen yaşlı teyzemiz hangi kurumun işlevi nedir nereden bilsin. Oysa yalakalıkla, riyakârlıkla satışını, reklamını iyi yaparak, kurusıkı atan müracaatta ki zatı muhterem yaşlı teyzeyi bir yere oturtarak bir bardak çay içirerek sonrasında “teyzeciğim senin derdin bizimle ilgili değil, hava yağmurlu ve soğuk sen valilik neresidir bilemezsin ama biz sana yardımcı olalım“  diyerek bir personel eşliğinde veya kuruma ait bir araçla Kırşehir Valiliğine götürelim demesi gerekmez mi? Gerekir ama o zatı muhteremde onu yapacak kapasite ve düşünce yok ki. Öncelikle bu zatı muhterem geldiği göreve hak ederek değil, yalakalıkla ve siyasetin cilvesiyle geldi, ikinci halkla ilişkilerle ve insan kaynakları hakkında bir eğitimi yok.

İşte bunları iyi analiz etmek gerekiyor.

Tabi Allah bilsin sonuçta devreye girerek gerekeni yaptık, çay ocağında garsonluk yapamayacak kapasitesi dahi olmayan ama her türlü taklayı çok iyi atan, yalama olmuş vida gibi her yöne dönen bu zatı muhtereme haddini bildirdikten sonra yaşlı teyzemizi ilgili kurumlara götürerek sokakta kalmaktan kurtardık.

İster devlet olsun, ister özel kurumlar hepimizindir ve görevleri vatandaşa hizmettir. Vatandaşa hizmet ederken de toplum olarak psikolojimizin bozulduğunu, dejenere olduğumuzu, ahlaki çöküntü içerisine girdiğimizi hesap ederek hareket edilmelidir.  Vatandaşın kendisi yolda yürüyor ama kafası başka yerlerde geziyor. Hepsinin bir sıkıntısı, bir problemi var. Kimi evladından, kimi gelininden, kimi eşinden, kimi torunundan dertli.

Her canlının ölümü tadacağı ölümlü dünya da  iyiliği güzelliği, doğruluğu  hesap ederek onurla, gururla şerefle yaşamak ve aldığımız görevde  hizmetin en iyisini yapmak en doğru olanıdır.

Unutmamak gerekir ki “kim bir insan hayatı kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi sevaba girer, kim bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi günaha girer.“

“Kim ne ederse kim kime kendine eder yine kendine diyen büyüklerimiz ne güzel söylemişler.“

Kim ne ederse kim kime dedim ya aklıma aşağıdaki kıssadan hisse geldi.

Halife Harun Er-Reşid’e, dönemin Fransa kralı bir gülfidanı hediye etmişti. Harun Reşid, kendisine hediye edilen gülfidanına çok itibar göstererek bahçıvana verdi ve;

“Bu gül fidanına iyi bak, bahçeye dik, yetiştiği zaman ilk çiçeğinden bana getir” dedi.

Bahçıvan gülü bahçeye dikti. Gül çok güzel olmuştu. Aradan zaman geçti, çok güzel bir gül açtı. Bahçıvan gülü koparmak için o tarafa doğru giderken, gülün dalına konmuş bir bülbülün yanık, yanık öttüğünü görünce onu seyre daldı.

“Nasıl olsa uçar gider. Ben de ondan sonra koparırım gülü” dedi.

Fakat ne yazık ki, bülbül bir hayli öttükten sonra gülü darmadağın etti. Bahçıvan bu duruma çok üzülmüştü.

Ne diyecekti şimdi padişaha.

Doğru padişahın huzuruna çıkıp meseleyi anlattı ve üzüntüsünü bildirdi.

Halife üzülmemesini söyledikten sonra:

“Bu dünya etme bulma dünyası derler. Bu dünya bülbüle de kalmaz, canın sağ olsun” dedi ve bahçıvanı affetti.

Aradan zaman geçti. Bahçıvan bir gün o bülbülü bir yılanın yutmakta olduğunu görüp doğru halifenin huzuruna çıkıp vaziyeti anlattı.

“Efendim, keramet gösterdiniz. Hakikaten dünya bülbüle kalmadı” dedi.

Padişah yine aynı şeyleri tekrarlayarak:

Bu dünya yılana da kalmaz. O da bir gün belasını bulur, dedi. Aradan bir müddet zaman geçti. Yine aynı yılan bahçe sulamakta olan bahçıvanın ayaklarına doğru hücum etti. Bahçıvan yılandan daha çabuk davranıp elindeki kürekle yılanı ortadan ikiye böldü ve öldürdükten sonra halifenin huzuruna çıkıp meseleyi anlattı.

Efendim yine doğru söylediniz. Bu dünya yılana da kalmadı. Halife yine aynı şekilde:

“Bu dünya sana da kalmaz bahçıvan sende gidersin bir gün” dedi.

Sarayda işlediği suçtan ötürü padişah bahçıvana kızıp idamına karar verdi. Cellatları çağırdı, bahçıvanı ellerine vererek kellesini kesmelerini söyledi. Cellatlar adamı alıp götürdüler. Fakat hüküm gereği infaz edilmeden önce bir isteği olup olmadığını sordular. Bahçıvan:

“Var bir isteğim ama onu ancak padişaha söylerim, başkasına söylemem hiçbir mana ifade etmez” deyip padişaha götürmelerini istedi.

Bahçıvanın bu isteği cellatların çok acayibine gitmişti. Durumu halifeye haber verdiler.

O da görüşmeyi kabul edip ne diyeceğini sordu.

Bahçıvan: “Sultanım, mesele malumunuzdur. Bu dünya bülbüle, yılana ve bana kalmadığı gibi sana da kalmaz. Sen beni en ufak bir sebepten cellatlara teslim ettin.

Bu yalancı dünyanın sana kalacağını mı sanıyorsun. Bu dünyaya etme bulma dünyasıdır, derler diyen sendin. Onun için bu dünya sana da kalmaz dedi ve söyleyeceğim bundan ibarettir” dedi.

Padişah şöyle bir düşündü, bahçıvanın cevabını beğendi, idam etmekten vazgeçti.

Herkes yaptığıyla utansın, boşuna dememişler bu dünya “etme bulma dünyası“ diye.