Bugün boynumuza “soykırım” yaftası asmaya çalışan “ABD 1855’te dört deve almak için yalvar yakar olmuştu”... 
“Yok, devenin başı” dediğinizi duyar gibiyim. Bizlere sürekli “stratejik müttefik” olarak sunulan ABD’den Türkiye’ye yönelik bir dizi yaptırım söylentisi ve kararları üzerine, her defasında aynı tepkiyi göstermek geliyor içimden… 
Hele Genel Maksat Helikopter (Skorsky T70) tedarikinin ambargoya takılması sonrası, tedarik gerçekleşmiş olsa yaşamayacağımız bir helikopter kazasında, bu tepki büyük bir kızgınlığa dönüşüyor. Milletçe yaşadığımız acıyı daha derinden hissediyorum. Bu vesileyle bu kazada verdiğimiz şehitlerimize rahmet, milletimize baş sağlığı diliyorum.
Olmayacak şeylerle o kadar sık karşılaşıyoruz ki “Yok, devenin başı” demek günlük rutinimiz haline geldi. “Bu kadarı da olmaz artık” dediğim bir sürü gariplikle yaşamaya çalışıyoruz. Bu deyim hayatımıza nasıl girmiş, tam olarak bilinmez ama bu deyimin öyküsünü bilirsiniz. Deve sırtında uçsuz bucaksız bir çölde seyahat etmekte olan bir adam o kadar yorulmuş ki yorgunluktan uyuyakalmış. Kendinden o denli geçmiş ki bir yerde devenin sırtından düşmüş. Düşmenin ve uykunun sersemliği içinde, arkadaşlarının yardımıyla güçlükle çöktürülen devenin sırtına ters binmiş… Bindikten sonra tekrar düşmemek için aranmış ama devenin başını bir türlü bulamamış. O şaşkınlıkla da “Yok, yok artık, devenin başı yok” diye bağırmış…
Var olanı görmezden gelme şaşkınlığını anlatıyor bu deyim… Bugünlerin modası; insanların var olanı görmemesine çalışırken, olmayanın da görülmesine zaman, para, gayret sarf etmek… Maaşlara, ücretlere “zam” yapılırken, fiyatlar, vergiler, katılım ve katkı payları nedense sadece “güncelleniyor”. Böyle deyince “hayat pahalılığı” hafiflemiyor, “boş tencere” dolmuyor. 
Konumuza dönecek olursak, günlük yaşantımızda “yok devenin başı” diyeceğimiz türden siyasi, ekonomik, sosyal bir dizi olay olurken “stratejik müttefik” ABD ve AB’den gelen ve şu an için sadece “savunma” sektörünü hedef almış görünen “bu kadarı da olmaz” diyebileceğimiz bir süreç yaşıyoruz. 
Gerekçelerini uzun uzadıya tartışmak mümkün ama “karşılaştığımız muamele” üzücüdür, düşündürücüdür. Yazıma “yok devenin başı” diye başlamaya beni iten asıl olay, ABD’nin bu tavrı ve dünün öngörüsüz politikalarıyla muhtaç bırakıldığımız ABD’nin, 1850’li yıllarda “bir çift erkek ve bir çift dişi deve” için İstanbul’daki elçisi aracılığıyla yaptığı talebe ilişkin arşivimden çıkan bir haber küpürü…
ABD’de askeri gerekçelerle bir “deve birliği kurma” girişimi 1830’lara uzansa da bu ihtiyacın yönetimi zorlamaya başladığı yıllar Meksika Savaşı (1846-1848) sonrasıdır. Savaş sonrası binlerce Amerikalı, “Altına Hücum” olarak bildiğimiz dönemde yeni topraklara yeni koloniler kurmak üzere yollara dökülmüştü. At ve katırla bu geniş ve elverişsiz coğrafyaların aşılmasının zorluğu yüzünden ulaşım en acil ve büyük bir sorun olarak ortaya çıkmıştı... Demiryolu yapımı uzun yıllar alacaktı. Demiryolları yapılsa bile birçok bölgeye ulaşabilmek at ve katırla yine de zor olacaktı. Napolyon’un Mısır Seferi’nde kazanılmış deneyimler örnek gösterilerek, çöl bölgelerinde çalışmış arkeologların raporlarına dayanarak hazırlanan askeri gerekçeler ve taleplerle ABD Kongresince yönetime deve alımı için 30.000 dolarlık ödenek talep ve tahsis edilmişti. (Basit sayılabilecek bir askeri ihtiyaç için bir devletin 20 yılı aşkın bir süre “yapılabilirlik ve gereklilik” araştırmalarıyla uğraşmasına dikkat!)
Kongre’den alınan onay sonrası ABD Savunma Bakanı “Jefferson Davis”in 1855’te deve satın alınması ve ithalatı için görevlendirdiği heyet İzmir’e gelir. Sultan Abdülmecid Kırım Savaşı nedeniyle askeri nakliyat aracı olarak kullanılan develerin ihracını yasaklamış, öncelikle askeri ihtiyaçlar için kullanılması nedeniyle develerin fiyatları da “fahiş” seviyelere çıkmıştı. Yaptığı çalışmalarla Osmanlı coğrafyası dışından deve tedarikinin olamayacağını gören heyet İstanbul’a gelir. ABD’nin İstanbul Konsolosluğu aracılığıyla resmen deve talebinde bulunur; 
“Aramızdaki mevcut iyi ilişkiler dolayısıyla Osmanlı Devleti bize bir çift erkek, bir çift de dişi deve verdiği takdirde bunun büyük bir memnunluk doğuracağını Amerika elçisi arza ve beyana cesaret eder…” (Talep yazısındaki üsluba dikkat!) (Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İrâde Hâriciye (İ.HR), 125/6309, Lef 1, 10 Kasım 1855). 
Bu talep üzerine konuyu hızlı bir şekilde gündeme alan Osmanlı yönetimi Amerikan heyetinin talep ettiği deve ihraç izni ile dört adet devenin hediye olarak verilmesi hususunu kabul etti ve bu husus 12 Kasım 1855 tarihli ‘irade’ ile onaylandı. “Sadakat tezkeresi ve elçiliğin yazısı padişah tarafından görülmüş ve istenen iki çift devenin âlâsından tedarik edilerek bedelinin Hazinece ödenip Elçiliğe verilmesi uygun görülmüştür.” (BOA, İ.HR, 125/6309, Lef 2, 12 Kasım 1855)
Bu çerçevede alınan 4 hediye deve yanında, verilen izinle 29 deve daha tedarik edilerek biraz maceralı ve uzun bir süreç sonrasında Amerika’ya bir şekilde ulaştırılır. Develerin bakımı için bir de çoban ABD’ye götürülür. Kurulan deve birliği istenilen verimi sağlamasa da, bu olayın ve çoban Hacı Ali’nin anısına dikilmiş bir anıt bugünlere kadar gelmiştir. 
Bu tarihî vakadan, bugün yaşadığımız ambargo tehditleriyle birlikte çıkarmamız gereken dersler vardır. İhtiyacın belirlenmesi ve fizibilitesi (gerekliliği, yapılabilirliği, karşılanabilirliği, elde edilebilirliği) neredeyse çeyrek asırlık uzun bir süreçte gerçekleşmiş, tüm tedarik olanakları ve ülkeleri araştırılmış, ihtiyacın doğruluğunun denenmesi için alım miktarı sınırlı tutulmuş, harcadıkları kamu kaynağı olduğu için ölçülü bir kaynak ayrılmış… 
Bu tarihî öyküyü, görevde olduğum yıllarda çalışma arkadaşlarımla “ihtiyacın belirli bir bölümünü hazır alan ABD, kalan ihtiyacını hediye olarak aldığı ‘üretim yeteneği’ ile ‘ülkesinde kendisi üretmek’ yolunu seçmiş… Kıssadan hisse…” notuyla paylaşmışım. 
ABD basit bir askeri ihtiyacını karşılayabilmek için o günün şartlarında “olabildiğince diplomatik davranmış ve gerekli müsaadeleri alabilmek için ise “sadakat teskeresi” vermiş… “Teşbihte hata olmasın” ama “köprüyü geçene kadar ayıya dayı” demekten kaçınmamış.
S400 Hava Savunma Füzesi tedarikinin savunma sanayii ambargosuna dönüşmesi, F35 Savaş Uçağı Üretimi projesinden ülkemizin dışlanması, ürettiğimiz Atak Taarruz ve Keşif Helikopterlerinin Pakistan ve diğer üçüncü ülkelere satışının engellenmesi, Genel Maksat Helikopter (Skorsky T70) tedarikine izin verilmemesi ve benzeri konulardaki darboğazlara bu tarihî öykü ışığında bir daha bakmalıyız. Var olanı görmezden gelmeye, olmayanı olmuş gibi göstermeye daha ne kadar devam edeceğiz?
Bir yanda dört tane deve alabilmek için diplomatik olarak her yolu deneyen Birleşik Devletler, öte yanda yıllarca uğraşılmış, ülkemiz için yaşamsal önemdeki tedarik ve üretim projelerinin gerçekleşmesini zora sokmayı başarmak… Yıllarımı verdiğim “savunma planlaması” konusu bir günde çözülemeyecek sorunlarla dolu “milletin huzur ve refahı, devletin ve milletin bekası” gibi yüce bir gayeye hizmet etmektedir. Olanı biteni, bu açıdan bakınca, anlamakta gerçekten zorlanıyorum. 
Eski bir tapınak yazıtında ifade edildiği gibi; “Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir.” 1950’li yılların başında “yeter, söz milletin” diyerek iktidara gelen Demokrat Parti’nin siyaseti, kuyruğuna takıldığı ve ağzının içine baktığı ABD’nin ve müttefiklerin vaatlerine, açtığı kredilere, verdiği yardımlara dayanarak bugünkü hüsrana giden yolu açmıştır.  Sonraki iktidarların izlediği halktan uzak bir dizi sığ politik süreçler, 24 Ocak Kararları ile ekonomik olarak teslim olduğumuz kapitalist sistem bugün için yönünü değiştiremeyeceğimiz rüzgârlar gibiler. Gemiyi limana sağ salim getirebilmek için aklıselim ile düşünmek ve çıkış yolları bulmak zamanıdır. 
Halkına inanan, güvenen, insanına, geleceğine yatırım yapan, günlük değil uzun vadeli, kendisini değil ülkesini düşünen iktidarların aşamayacağı güçlük yoktur. En güzel ve anlamlı örnekler; Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında fazlasıyla mevcuttur. Yaşadıklarımızdan, tarihimizden gerekli dersleri çıkarmazsak, gerçeklerden kopuk, kerameti kendinden menkul hayal tacirlerinin peşinde, vaat kervanlarında deveden düşmüş bedevî gibi deve başı arar, gezeriz.