“- Hadi cennetçilik oynayalım…”

İki kız çocuğu, Ayşegül ve Yasemin, (yakın zamanda restore edilmiş olan) Taş Konağın önündeki dut ağacının gölgesi altına serilmiş “çaput pala” üzerinde oyun oynuyorlardı. Yasemin oyunun kahramanı “Cennet” oluyor, elinde bir torba, ayaklarını sürüyerek ev ev dolaşıyor gibi yapıyor, aldığı ekmek parçalarını torbasına dolduruyordu. Sonrasında dut ağacına yaslanarak ve bahçeden topladıkları domatesleri, biberleri katık yaparak oyunu sürdürüyorlardı. Çiçek dolu bahçenin içinde çocuklar neşeyle gülüşüyorlardı.

Çocukluk günlerimiz için, “Cennet” belki gülünecek bir simge idi. Garip ve ürkek halleri, kara, kuru, kısa boylu, yaşlı ama çocuksu görünümü ile her çocuğu etkilemiş olmalıdır. Mahallenin bazı bilmiş çocuklarına göre “deli”, “kaçık” birisi idi. Bazılarımız onu “acınacak kadar zavallı” bulurduk. Sırtındaki yamalı torbanın içine her  gün kapı, kapı dolaşarak topladığı ekmek parçalarını doldurur. Sonra, yanlarına sığındığı Ağalar ailesinin(Ağaların Fahriye ve Enver) kendisine verdiği odanın yolunu tutardı. Konuşamazdı, ağzından sadece hırıltılı, fakat anlamsız bir ses çıkardı.

“Çete” gibi, “Deli Yaşar” gibi, “Şuayıp”-namı diğer Yılmaz Güney- gibi şehrin, mahallenin meşhurlarından birisi idi. Çoğu zaman, memleketin diğer “meşhurları”ndan farklı olarak ortalıkta pek görünmezdi. Görünmediği zamanlarda kaldığı yere gidip bakan meraklı çocuklar vardı. Ayrı bir dünyada yaşadığını düşündükleri “Cennet”i izlemek, çoğu zaman ırmakta kevgirle balık tutanları seyretmekten keyifli gelirdi.

Günlerden bir gün, ortalıkta görünmemişti “Cennet”. Yokluğunu önce çocuklar fark ettiler. Kaldığı odaya gidip bakanlar onun bir köşede kıvrılmış cansız bedenini buldular. “Cennet” ölmüştü.

“Cennet”in acıklı hikayesi geçen yüzyılın ilk yıllarında başlar. Osmanlı borç batağında, her bir parçasında artık söz geçiremediği unsurların oyuncağı olmuş, kıvranmaktadır. Ayaklar baş olma sevdasındadır. Ülkenin çivisi çıkmıştır. Saray yine hareminden divanına bal kaymak içinde yüzmektedir, ama Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu kan gölüdür. Peygamber kavmi diye Osmanlının vergi almadığı, askerlik yaptırmadığı Araplar bile emperyalist ülkelerin kucağında din kardeşlerini boğazlamakla meşguller. Rum’u, Ermeni’yi söylemeye bile hacet yok. Çoğu zaman silah kullanma zahmetine bile katlanmıyorlar.

Cennet, Erzurum’da doğmuş. Palandöken dağlarının karlı zirvelerine bakarak çocukluğunu yaşarken, kendini bir kargaşanın ortasında buluvermiş. Annesine, kardeşlerine, akrabalarına yapılanların canlı tanığı. O gün gördükleri karşısında sesi bir ömür boyu çıkmamacasına kesilmiş. Yaşadıklarının korkunç ve ürkütücü izleri, yüzündeki her bir çizgiye yerleşmiş, gözlerinin derinliklerindeki hüznü ve ürkekliği yaratmış. Cennet, ailesine bu zulmü yapanların elinden bir şekilde kurtulmuş. Yayan yapıldak, aynı kaderi paylaştığı birçok insan gibi Erzurum’dan Kırşehir’e kendisini güçlükle atmış. Ama ailesi, gözlerinin önünde yok edilen çocuk ruhu, bir daha kendine gelememiş. Yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir şekilde, hayatının kalan kısmını, Kırşehir’de, Kayabaşında, Ağalar Ailesinin kendisine verdiği bir yerde tüketmiş.

Çocukluğunda, aç biilaç geçirdiği Erzurum-Kırşehir yolculuğunun etkisiyle olsa gerek, elinde bir torba sürekli ekmek dilenmiş. Yaşadığı travmanın sonucu, ekmek bulamayacağı, aç kalacağı korkusu ne denli iliklerine işlediyse, her gün inat ve ısrarla ekmek toplamaya devam etmiş. Dilendiği ekmekleri, bir göz odasının içine yığmış.

Öldüğünde, odasına gidenler odanın ekmek dolu olduğunu söylemişlerdi.

Cennet, bir çoğumuzun belki farkında bile olmadığı bir ıstıraplar manzumesinin küçük bir örneği idi. Yaşadığı yıllarda, bizler bu insanın başına gelenlerin farkında bile değildik. O mahallenin “zararsız delisi” idi. Bazen gülünç, bazen ürkütücü, ama çoğu zaman merak tetikleyici. Büyüklerimiz onun yürek burkan hikayesini bir şekilde biliyordu. Ama hiç birimiz, onun ağlanacak bir yazgısı olduğunu fark edememiştik. Çocukluk işte.

Yıllardır, millet olarak bize çocukça gelen, büyüklerin oynadığı bir oyun var. Son olarak ABD’de, İsveç’te sahnelendi. Yakında İngiltere’de sahnelenirse şaşırmayız. Bundan önce 19 ülkede de oynanan bir oyun. Cennet gibi binlerce insanımızın hayatını karartanların, cehenneme çevirenlerin ve destekçilerinin sahneye koydukları, kanlı, iğrenç, kötü kokan bir oyun. Ama sonuçları çocukça olmayacak bir oyun. Yavaş, yavaş, sinsice kurgulanıyor, sahneleniyor. Büyüklerimiz seyrediyor. (Büyüklük(!) işte…)

Bu yüzyılın başında Fransa’da, Ermenileri memnun etmek üzere bir anıt dikmek isteyenler oldu. Diktiler de. Türkiye ayağa kalktı. Fransa ile ilişkiler askıya alındı. Büyükelçi geri çağrıldı. O günlerde, Belçika’da yayımlanan bir gazetede, şöyle bir haber vardı; “Türkler bu girişime tepki gösterecektir. Ancak, onların tepkileri saman alevi gibidir. Biraz sabrederseniz, onların balık hafızalı olduğunu görürsünüz. Unuturlar…”

Dün gazetelerin internet sayfasında bu konuyla ilgili haberlerle birlikte gönderilen okuyucu yorumlarına baktım. Birçoğunda yorum dahi yapılmamıştı, yapılanlar ise bir elin parmakları kadardı. Büyüklerimizin tepkilerinin saman alevinden farksız olduğunu söylemeye gerek yok, sanırım. Hafızalarının ne kadar güçlü olduğunu, ulusal onurumuzu nasıl sahipleneceklerini önümüzdeki haftaya kalmadan göreceğiz.

Cennet’in hayatını cehenneme çevirenlere ve o günkü haksızlıklara bugün ortak olmaya heveslenenlere ulusal uygar bir tepkiyi gösteremeyenler, bulundukları sorumluluk makamlarının gerektirdiği başarıyı sağlayamayanlar, umarım öbür tarafta “Cennet”le karşılaşmazlar…

ABD Başkanı üçüncü kez 24 Nisan’da “soykırım” yaftasını boynumuza asmaya kalkınca daha önce yazdığım bu yazıyı hatırladım. Cennet…

Osmanlı, Dünya Savaşı’na girince, Ruslar cephe gerisindeki azınlıkları örgütleyip kullanmaya kalkmıştı. İmparatorlukta, o günlere kadar, “tebayi sadıka” olarak görülüp Batı başkentlerine elçi, hükumete bakan olarak atanmış Ermeniler, diğer ekalliyetler (azınlıklar) gibi bağımsızlık derdine düşmüş ve silahlanabildikleri bölgelerde terör estirmeye başlamıştı. Sonrasında yaşananlar tarihe mal oldu ama bugünün emperyal güçlerine de malzeme oldular. Sonuçta, ABD’yi cesaretlendiren diplomatik etkisizliğimizden olsa gerek, bir ABD Başkanı milletimizin boynuna böylesine ağır bir ithamı yüklemeye kalktı. Tepkisizliğimiz ise bu tavrın tekrarlanmasına vesile oluyor. Umarım, iktidara talip olanların üzerine gidecekleri ilk konulardan birisi bu aymazlık olur…