Vakti zamanında bir bakan gözümüzün içine baka baka “Ne banka bırakacağız ne fabrika ne de işletme… Liman da bırakmayacağız. Hepsini satacağız. Stratejik bölgeymiş, stratejik tesismiş falan hiç önemli değil. Önemli olan müşteri bulmak…” diye kıkır kıkır gülerken “Parayı veren düdüğü çalar” demişti.

O yıllarda “parayı verenin çalacağı düdük” olarak nitelenen, yılların birikimi varlıklar “babalar gibi” satılmış, devredilmiş, yok edilmiş oldu sonuçta.

Nasreddin Hoca yıllar, yıllar önce “parayı veren düdüğü çalar” dediğinde, bu kıssadan alınacak hisse, ne olursa olsun, parayı verene her şey satılabilir olmasa gerekti… Bedelini, karşılığını ödemeden kimseden bir şey talep etmemelerini öğütlemeye çalışmıştı Nasreddin Hoca. Bu yüzyıla, bir siyasetçinin bu benzetmeyi taşıma şekli, “parayı verene her şeyi satarım” olmamalıydı kanımca.

Düdük ilginç bir “teşbih, metafor”, Türkçesiyle benzetme aracıdır aslında. Bugün aramızda bulunmayan o siyasetçimizin bakış açısıyla bakıldığında parayı verenin çalamayacağı, öttüremeyeceği düdük yok denilebilir. Bu şekliyle, bu benzetme incitici de olabilir.

Paranız yoksa öttürecek düdüğünüz de olmuyor doğal olarak. Öttüremiyorsunuz.

Bizim çocukluğumuzda da düdük kolay bulunur bir şey değildi. Bir kere para bayramdan bayrama elimize tutuşturulan bir sıcaklıktı. Parayı bulamadığımız için çarşıdan düdük alma işi akla ziyan bir durumdu. Düdüğümüzü kendimiz yapmalıydık.

Basit bir düdük, iki kavak kambağı (kabuğu) arasına kavak yaprağı sıkıştırılarak yapılabilirdi.

Ama hoş, gelişmiş ve güzel öteni söğütten yapılan düdükler idi.

Zaman her şeyi değiştirdi ya, düdükler de değişti. Şimdilerde düdükler, nedense pek düdüğe benzemiyor. İki ayaklı, eli ve kolu var. Kafası olduğu da düşünülüyor, ama ben emin değilim. Olan oldu, öttürülebilecek bir meta olmadıkları halde üflemesen de öttürülebilen düdükler türedi. Düdük değil, zurna değil, kaval değil ama ötüyorlar. Sabahtan akşama kadar, akşamdan sabaha kadar bıkmadan, usanmadan ötüyorlar.

Öttükçe gecekondudan çıkıyor, Boğaz’a nazır villalara kadar erişebiliyor, banka hesapları kabarıyor, enseleri kalınlaşıyor, semiriyorlar nedense? Botoksluları, hormonluları bile var.

Düdüklerin çoğu sağ perdeden çalsa da sol perdeden çalanlar da var. Parasını verenlerin istediği tüm notalardan fazlasını çıkarabilecek kadar becerikliler. Bir gün ak dediklerine, ertesi gün kara diyorlar. Farkına varmıyorlar, farkına varılmayacağını kabul ediyor olmalılar. Ağızlarından çıkanı çoğu zaman kulakları duymuyor gibiler.

Zaten çaldıkları ısmarlama şeyler. Ismarlayan tatmin oldu ise tamam. Parayı verenlerin çaldığı düdükleri say say bitmiyor. Veriyorlar parayı, düdüğü dilediği gibi öttürüyorlar. Parası ile değil mi?

Kendilerine muhalif hissettikleri, istedikleri gibi ses vermeyenlerin yanına iyi öttürebilecekleri yandaş bir düdük koyuyorlar. Bülbül misali ötüyor bay düdük, bayan düdük, efendileri için. Bakıyorsun işçi sendikası başkanı, işveren sendikası başkanı gibi... Bakıyorsun eğitim sendikası, bakanlık basın müşavirliği gibi ses veriyor.

Ama ara sıra bozuk ses veren düdükler çıkmıyor değil. Onların akortsuz seslerini, bir başka düdük kapatamıyorsa, düdük sahiplerinin naraları ve efelenmeleri örtüyor. Efendilerin de efendileri ortaya çıkıyor bazen. Bakıyorsunuz efendi sandığınız, daha büyük efendi için ötmeye başlıyor.

Hoca ileri görüşlü adam imiş… Ta o zamanlarda, bugünü görebilmiş. Günümüz siyasetçilerin ağzına sözünü sakız etmeyi başarmış. Kürk her zaman sahibinin buyur ettiğini yiyemese de parayı veren her düdüğü çalıyor özetle.

Düdük çalınmaktan memnun, ötüyor, ötüyor. Onlarca televizyon kanalında yüzlerce düdük sesi... Bir curcunadır gidiyor. Hiçbirini dinlememiş olmak önemli bir kayıp değil, inanın… Çoğu zaman dinlemiş olmak önemli bir zaman kaybı.

Toplum olarak kaybettiklerimizi tanımlamak çok daha zor. Daha da kötüsü, boğdukları, gürültüye getirdikleri doğru haber alma özgürlüğümüz, refahımız, huzurumuz, maddi ve manevi varlıklarımız…

Düdük benzetmesi konusunda son örneği bir sendikanın başındaki muhterem verdi. Asgari ücret için görüşmeler, tartışmalar sürüyor sürmesine de asgari ücretin tartışıldığı masada emeği temsil eden zat-ı muhterem, asgari ücret teklifi olarak, ilan edilmiş açlık sınırından bir lira aşağısını “kırmızı çizgileri” olarak ilan etti. Dört kişilik ailenin yoksulluk sınırına bakınca anne ve babanın çalıştığı dört kişilik bir aile için yoksulluk kaçınılmaz, bu durumda… Beni bağışlasın muhterem ama “bu zatın bu masada bulunmasının sebebi hikmeti bu olsa gerek” diye düşünmeden edemedim.

Asgari ücret ne kadar olmalı dendiğinde, sevgili bacanağım Nail Kılıç’ın Almanya’dan verdiği örnek aklıma gelir. Oralarda vekil maaşları asgari ücrete endeksliymiş. Nasıl bir sistem olduğunu araştırma olanağım olmadı ama Türkiye için tersine düşündüm, vekil maaşlarının yarısı veya üçte biri kadar olmalı diye içimden geçti. Birçok teknik çalışma yapılarak asgari ücret belirlenen ülkemde vekil maaşları için halkın önüne konulan ve pazarlık konusu yapılan hiçbir çalışma olmuyor nedense?

Kamuoyunun gözleri önünde, emekçi için çalışması gereken emekçi temsilcisi bu zatın söyledikleri ve yaptıklarıyla kamuoyunda yarattığı izlenim çok övünülecek gibi değil. Temsil ettiği milyonlarca emekçiyi değil de pazarlık masasında karşısında oturacakları öncelemek, değirmenine su taşımak bu yüzyılda bu ülkenin son dönem modası... Aklı ve bilimi yol gösterici edinmek yerine küçük çıkarların peşine takılmış insanların düştüğü durum hazin…

Asgari ücret konusunda makul olanda anlaşılır umarım, emekçiler insanca yaşama şartlarını güçlendirirler. Emekçilerin, milli gelirden aldıkları payın sürekli azaldığını gösteren bir takım ekonomik tablolarla kafanızı karıştırmak istemem ama gelir dağılımı adaletsizliğini gidermek iktidara talip olanların ilk önceliği olmalıdır.

Eşkıyaya; "Bu kadar adamı dağlarda nasıl bir arada tutabiliyorsun” diye sormuşlar.

"Onlara o kadar suç işlettim ki..." demiş ovaya bakarak "isteseler de düze inemezler"...

Hisse alınacak çok kıssamız var ama öngördüğü, içerdiği hisseleri, dersleri öncelikle anlayanımız, düşünenimiz, ciddiye alanımız yok kanımca…