İlk “münazara” (tartışma) deneyimim ortaokul son sınıfta gerçekleşmişti. Tartışılacak konu; “silahlanma mı teknolojik gelişmeyi (uygarlaşmayı), teknolojik gelişme (uygarlaşma) mi silahlanmayı sağlar ” idi.

Benim bulunduğum gruba ilk tezi savunmak şansı verilmiş idi. Her iki görüşte de doğruluk olduğunu düşünmemize karşın, silahlanmanın faydalarını anlatmak durumunda kalmış, sonuçta da belki başarılı(?) olmuştuk.

Yıllar sonra bu sorunun ekseninde görev yapma şansını en üst düzeyde buldum. Kara Kuvvetlerinin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin silahlanma ve modernizasyon çalışmalarında sorumluluk ve görev aldım. Çocukluğumun bu farklı deneyiminin etkisiyle olsa gerek, silahlanma projelerinde, daha anlaşılır bir deyimle, tank, top, uçak, helikopter alımlarında “sosyal fayda” kavramını daha ısrarla savunageldim. Bugün de, sosyal faydaya dönüşmeyen kamu yatırımlarını “israf” olarak görmekteyim.

İşin inceliklerini okudukça, öğrendikçe ve de yaşadıkça, vazgeçilmezliği tartışmasız olan bu noktadan başlayarak, harcanan her kuruşun en fazla “sosyal fayda”yı yaratacak çözümlerini, silahlanma ihtiyaçları aracılığıyla toplumun refahına hizmet edebilmenin yollarını mutlaka bulmaya, aramaya istekli oldum.

Basit bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’de, Edirne’de oturan bir ailenin, Hasret Köprüsündeki sınır karakolunda (Türkiye-İran-Ermenistan-Nahcivan sınırlarının kesiştiği noktadaki) asker olan çocuğu ile tek irtibatı mektup idi, bir zamanlar. Bu iletişim ihtiyacı, TSK’nın tüm Türkiye sathındaki savunma ihtiyaçları kapsamında muhabere ve iletişim sistemlerine yaptığı yatırımlar sayesinde karşılanabilmiştir.

Bir başka ifade ile, Türk Telekom’un ve hükümetlerin yatırım yapmaktan maliyetleri nedeniyle ısrarla kaçındığı bu ihtiyaç, bundan onlarca yıl önce, ülke sathının uç noktalarına kadar güvenlik ve savunma görevleri için “anlık data ve görüntü aktarma ihtiyacı” nedeniyle TSK ısrarıyla ve kaynaklarıyla, nitelikli iletişim alt yapısı kurulmuştur. TSK’nin, iletişim altyapısının oluşturulması için, geçen yüzyılın son çeyreğinde, bu ülkenin Ulaştırma Bakanlığından daha fazla kaynak, zaman ve çaba harcadığı, benim de içinde yaşadığım bir gerçeklik olmuştur.

Köprülü Karakolu’ndaki (Türkiye-İran-Irak sınırının kesiştiği bölgedeki bir başka hudut karakolu) askerlerimiz ile ailelerinin, dolayısıyla o bölgedeki tüm insanların telefonla görüşebilme olanağı yirminci yüzyılın sonlarında da olsa, bu ivme ile yaratılabilmiştir.

Yüzde yüz millî ve her halükârda kâr etmekte olan bir varlığımız, Türk Telekom birilerine yok pahasına ‘peşkeş’ çekilirken, yıllarını bu yeteneğin ve projenin hayata geçirilmesinde tüketmiş birisi olarak çok üzülmüştüm. Hâlâ da bu basiretsizliği kabullenebilmiş değilim…

Bugüne gelindiğinde, cep telefonu teknolojisinin dayandığı alt yapıların askerî ihtiyaçların zorlamalarıyla günümüzdeki noktaya geldiğini, bu anlamda ifade etmek isterim. Savaş alanının gerçek zamanlı görüntülenebilmesi talebi, görüntülü telefonlara kadar işi getirmiştir.

Aynı şekilde, robot teknolojisinden “nano” teknolojiye (maddenin özelliklerini yitirmeden boyutlarını küçültebilme) birçok alanda, ülkelerin silahlanma ihtiyaçları belirleyici olmaktadır.

Diğer taraftan uygarlığın, bilimin ve teknolojinin gelişmişliğinin, kitle imha silahları dahil silahlanmada yarattığı akıl almaz tahrip ediciliğin nedeni olduğu da yadsınamaz. Gelişmişlik düzeyi silahlanmanın da gelişmişliğini belirlemektedir.

Son Irak Savaşı örneğinde olduğu gibi, gelişmişliğin zirvesindeki ABD’nin, azgelişmiş Irak ile, nasıl kedinin fare ile oynadığı gibi oynadığını, binlerce kilometre öteden Irak askerî güçlerini perişan ettiğini yaşadık. Bir taraf binlerce kayıp verirken, diğer tarafın kaybının yüzleri bulmadığını da, dünya kamuoyu şaşkınlıkla izledi.

Bugün aynı soruyu yine sorsalar; “silahlanma mı çağdaşlaşmayı, çağdaşlaşma mı silahlanmayı sağlar” diye, “sosyal fayda” kavramı ile her iki tezi de bağdaştırabilecek bir kapsayıcı düşünceyle yanıtlarım.

Benzer bir durum, hükümet edenlerin, hatta en küçük bir belde yönetiminin bile sürekli karşısında durur. Kamuya ait yetim hakkı taşıyan “her Allah kuruşu” harcanırken, sorumluluk makamlarını işgal edenlerin sık sık karşısında böyle bir ikilem vardır.

Sonuçta, siyasî iktidara dayanarak kaynak kullananlar, genellikle, uzak geleceği değil, yakın geleceği, yani günlük düşünürler. Kamu kaynakları, kendilerinin değil, başkalarının parası olduğu için, onu kullanırken, kullananların kendi çıkarları ön plandadır, nedense. Belediye seksen trilyon borç altına sokulur, ülke iki yüz elli katrilyon borca gömülür. Bu harcamalar yapılırken, bu kaynakla “kaç kişiye iş imkânı sağlandı, nasıl bir sosyal fayda yaratıldı” diye kimse kimseye sormaz. Önemli olan, bu harcamaları yapanların çıkar ilişkileridir. Ve bu kişiler kendilerinden hesap sorulamayacağından ne kadar emin olurlarsa, o kadar pervasız davranırlar.

Devletin kaynaklarının hesabını soracak Sayıştay bile, başkanlarının siyasî ikbal ve istikbal hırsına saygınlığını feda etmiştir. En uzun süre Sayıştay Başkanı olmuş birisi, (ki Milli Savunma Bakanlığı gibi önemli siyasî görevler üstlenmiştir) kendi siyasî emelleri için, kendini yakın hissettiği bir siyasî parti (Refah Partisi) merkezine yakın bir noktaya, Sayıştay’a tahsis edilmiş arazide, Sayıştay kaynakları ile bir cami inşasına kalkışmaktan (ve kutsal bir inancı bile ihtiraslarına ve kişisel çıkarlarına alet etmekten) çekinmemiştir.

Bu ve benzeri ölçekte kamu kaynakları ile yapılan harcamalar ne kadarlık bir “sosyal fayda” yaratıyor diye kimse araştırmaz. Bu harcamalar kaç kişiye iş yaratacak, hangi alt yapı sorunlarını çözecek, hangi konularda başka ülkelerin boyunduruğundan ülkeyi kurtaracak umursanmaz. Araştıranlar ve umursayanlar ortalığı karıştırıyor diye bir şekilde susturulur, susturulamayanlar damgalanır, bu da yetmez, bunlar sosyal hayattan soyutlanır(!).

Bütçelerde ne kadar üretime ve yatırıma, ne kadar tüketime pay ayrılacağı çekirdek ailenin bile önemli ikilemidir. Eskiler bunu; “işten artmaz, dişten artar” diye kısaca özetlemişler. Tüketimi kısmaz isen, nerede çalışırsan çalış, ne kazanırsan kazan yetmez…

Eflatun’a mal edilen bir söz ile de “insanların zenginliği, paralarının çokluğu ile değil ihtiyaçlarının azlığı ile ölçülür…” Bu sözün bugüne uyarlanması, karşımıza bizim de içinde bulunduğumuz az gelişmiş toplumların yaşadığı coğrafyada çıkar. Dünyanın en zengin insanları bile bu az gelişmiş toplulukların içinden çıkar. Dolar milyarderi olarak mutlu birkaç kişinin mutlaka yaşadığı bu ülkelerde, sosyal adalet sağlanamamıştır. İnsanların ezici bir çoğunluğunun bir torba kömüre, bir çuval makarnaya geleceklerini, birkaç liraya organlarını, başlık paralarıyla evlatlarını satmaya mecbur bırakılmaları yadırganmaz.

Bu tür tartışmalı konuları ilginç kılan, “yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar” benzeri ikilemlerdir. Bilinen fıkradır, ama hatırlatalım;

Horoza sormuşlar bu soruyu, horoz efendi yanıtı yapıştırmış; “Ben karışmam kardeşim, ben işimi yaparım, umurumda bile değil…”

Ülkesinde yaşayan insanların bir kısmının evinde su ve tuvalet bulunmadığı, kış aylarında ısınamadıkları ve banyo yapamadıkları, en basit temizlik ihtiyaçlarının bile çözümlenemediği, doğru dürüst beslenemedikleri nedense, bir İngiliz zırhlısıyla kaçıp gitmekten başka bir sonu olmayanların umurunda değildir.

“Sosyal fayda”, “sosyal adalet”, “sosyal devlet” bu ülke yöneticilerinin sözlüğünde karşılığı olan kelimeler değildir. Yokluk, yoksulluk tanımadıkları için bunu da umursamazlar, ne yazık ki!

Ayıplarını örtecek bir kılıf, her zaman ellerinin altında, emre amadedir. Mutlaka, bir hikmet, bir gerekçe, bir karın doyurmayacak bahaneleri vardır. Ama yazıktır, günahtır, israftır.

Seçim sathı mailinde, son teknoloji ürünü odaları kullanmaya aday vekillerimize, bilvesile duyurulur… Kulaklarına küpe olur, umarım…