- Babam öldü, demiş Temel. İlyas sormuş; - Neden öldü? - Apartmanın sekizinci katının balkonundan düştü.

- Babam öldü, demiş Temel. İlyas sormuş;
- Neden öldü?
- Apartmanın sekizinci katının balkonundan düştü.
- Eyvah parçalandı mı?
- Yok, girişteki bakkalın tentesine düşünce oradan havalanıp karşı apartmana yöneldi.
- Apartmana mı çarptı, nasıl oldu?
- Yok, karşı apartmanın balkonunda çamaşırlar asılı idi. Çamaşır ipine vurup fabrikanın bahçesine düştü.
- Orada mı öldü?
- Yok, fabrika çelik yay fabrikası, bahçedeki yayların üzerine düşüp havalandı yeniden...
- Peki sonra?
- Sonrası ne? Baktık ki yere inmiyor, biz de vurduk onu…
Uçanı, kaçanı vurmak bazen gereklidir, bazen de bu derece saçma… Son günlerin gündemi “hava sahamızı ihlal eden Rus uçağın düşürülmesi” de dahil olmak üzere Suriye ve Irak’ta yaşananlar ile ülkemizdeki terör eylemleri. İster istemez günlük hayatın içinde hemen her sohbetin bir bölümünde bunu konuşuyorsunuz. Birçok insan kendi dünya algısı ve birikimi ile enine boyuna sorguluyor, kendine göre çıkarımlarda bulunuyor. Kafalar karışık…
Kırşehir Lisesi’nde okuduğumuz yıllarda iyi kötü 'felsefe, sosyoloji, mantık' sınırlı ders kitaplarıyla, bu konuda istekli ve çok donanımlı olduğunu düşünmediğim öğretim kadrosuyla ders programlarında sınırlı da olsa bir yer işgal ediyordu. Sağ sol çatışmalarına sürüklenen ülkemizin gündemi bizleri 'sağ ve sol düşüncenin dayandığı düşünürleri' okumaya ve anlamaya itiyordu. O süreçte karşıma çıkan bir kavramdı “Maslow’un İhtiyaçlar Piramiti”…
Amerikalı araştırmacı Abraham H. Maslow, 1954 yılında yaptığı klinik gözlemlerine dayanarak insan ihtiyaçlarının (ya da güdülerinin) piramit şeklinde bir hiyerarşiye tabi olduklarını ileri sürmüştür. Maslow (Koçel, 1982) “insan davranışlarının temelinde ihtiyaçlar vardır; bazı ihtiyaçların tatmini diğerlerinden daha önemlidir. İnsanlar önemli ve şiddetli olan bu ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra diğer ihtiyaçlarını karşılama yoluna giderler. Dolayısıyla “bireylerin davranışını anlayabilmek için onların ihtiyaçlarının neler olduğunu bilmek gerekir” (Eroğlu, 1996: 258) diyordu. Sonra da ihtiyaçları önem derecesine göre sıralamıştır.
İlk sırada “Fizyolojik İhtiyaçlar” yer almaktadır. Bunlar insanın biyolojik olarak yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan ihtiyaçlardır. Açlık, susuzluk, cinsellik (neslini devam ettirmek), uyumak, boşaltım, nefes alıp vermek, barınma gibi ihtiyaçlar bu kategoridedir. Buna göre, açlık problemi olan bir insana hürriyet, sevgi, sanat gibi konular boş gelir. Bunun için Eroğlu, “henüz fizyolojik ihtiyaçların yeterince karşılanmadığı az gelişmiş ülkelerde, hak, adalet, eşitlik ve hürriyet gibi demokratik idealleri, kitlelere benimsetmekte zorluk çekilmektedir” demektedir (age, s.42)
Güvenlik İhtiyaçları, ihtiyaçlar sıralamasında ikinci sıradadır. Fizyolojik ihtiyaçları karşılanan kişinin bundan sonra ihtiyaç hissedeceği şey güvenlik olacaktır. Emniyet, güven, düzen ve değişmezlik bu kategoride değerlendirilmektedir. Bu aşamada insanın kendine fiziki, ekonomik, sosyal ve belki de siyasal olarak güvenli bir ortam oluşturma ihtiyacı ortaya çıkacaktır. Şimdiki ve gelecekteki güvenlik düşünülmektedir. Örneğin, yaşamını sürdürebileceği, geçimini sağlayacağı güvenceli, sigortalı bir iş araması (Eren, 1989:35), kendine güvenli bir barınak yapması, güvenli bir sosyal ve siyasal çevre oluşturması (kendi kan hısımlarına yakın yaşaması, bir siyasal kurum olan devleti oluşturması) hep bu çerçevede değerlendirilebilir.
Üçüncü sırada “Ait Olma ve Sevgi İhtiyacı”, dördüncü sırada “Takdir ve Saygı İhtiyaçları”, beşinci sırada “Kendini Gerçekleştirme” bulunmaktadır, düşünüre göre.
Benim asıl değineceğim konu “güvenlik ihtiyacı”dır. İnsanların mağaralardan başlayan yaşamından bugün kadar her alandaki davranışlarını etkileyen beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlardan birisidir güvenlik. Sağlık gibi varlığının çok farkında olmasak da, yokluğunda veya kaybedeceğimizi düşündüğümüzde endişe kaynağımızdır. Günümüz dünya düzeninde nasıl sağlanacağı konusu her geçen gün daha karmaşık bir hal alsa da güvenlik bazı temel unsurların üzerinde varlığını sürdürür.
Meslek yaşantımın her anında olmasına karşın, son on beş yılında TSK’nın savunma planlama ve güvenlik politikalarını belirleme (“plan&policy” ama biz plan ve prensipler olarak tanımlamaktayız) birimlerinde yaptığım görevlerde “güvenlik” kavramı üzerinde yoğunlaşma şansım oldu. Hemşerilerimin günlük koşuşturma içinde çok farkına varmadığı ama yaşamlarının her anının nasıl şekilleneceğini belirleyen bu alanda yaşananları, yaşayacaklarımızı kafa karışıklığı yaratmadan açıklamaya çalışacağım.
2007 yılıydı sanırım, görev yaptığım bir ilin valisi “Sovyetler Birliği dağıldı, (bu boyutta bir) silahlı kuvvetlere ihtiyacımız yok, Avrupa Birliği sınırları bile kaldırdı, üç beş sivil güvenlik ile sınırlarımızı koruruz”… Şaşırmıştım. Bir ilin güvenliğinden sorumlu bir insanın bu denli “sığ” bir bakış açısı ile “güvenlik” konusuna bakmış olmasına. Anlatmaya çalıştıklarımı bugün yaşadıklarımızı gördükten sonra anlamış mıdır muhterem, bilemem? Ama büyük güçlerin İslam coğrafyasında giriştikleri acımasız ve insafsız bir projenin ve onun ürünü olan terör gruplarının “devletleri parçalanma noktasına nasıl getirdiğini” ibretle izliyoruz. Ülkemizin böyle bir “girdap”ın cazibesine kapılıp giderilmesi güç güvenlik sorunlarıyla karşılaşmasından ürküyoruz.
Bir ülkenin güvenliği “dış işleri ve dış ilişkiler şemsiyesi” altındadır öncelikle. Bir sorunu güvenlik meselesi haline gelmeden, savaşmadan, çatışmadan diplomasi ile savuşturursunuz. Deneyimli diplomat Onur Öymen’in ifadesi ile “silahsız savaş”tır diplomasi. Bu ihtiyacı duyan ve çıkar birliğiniz bulunan ülkeler ile “dayanışma ve savunma paktları” içinde olacak şekilde “ilişkiler” geliştirirsiniz. Örneğin NATO böyle bir organizasyondur, geçmişin Varşova Paktı, bugünün Şangay Beşlisi benzer işlevler görürler. Ekonomik bir birlik olarak kurulan Avrupa Birliği bile “savunma ve güvenlik” birliği özelliği yaratmaya çalışmaktadır.
Güvenliğin en belirgin ve caydırıcı unsuru Silahlı Kuvvetlerdir. Güçlü ve çağdaş bir ordunun varlığı “devletin bekası ve milletin refahı” için temel dayanaktır. Yaşadığımız coğrafyada çok büyük medeniyetlerin kalıntılarını dört bir yanda görmekteyiz.
Kırşehir’in göbeğindeki Kale’deki kazılarda bile neredeyse ona yakın medeniyetin izleri var. İnsanlık tarihinin bu tarihi varlıkları “tarih sahnesinden neden silindi” diye araştırırsanız ortaya çıkacak çarpıcı gerçek kötü yönetimler veya başka nedenler ile “askeri gücünü ve varlığını kaybetmeleri”dir. Örneğin Mısır Medeniyetinin tüm askeri gücüyle ile dize getiremediği “Hititler” Makedonyalı İskender’in iyi eğitimli askerlerine kısa sürede yenildiler. Sebebi Makedon askerlerin savaşma gücü kadar, Anadolu’da yaşanan veba benzeri bir salgının nüfusu, sonuçta askerlik yapacak erkekleri kırıp geçirmesiydi. Bir zamanların Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in her fırsatta tekrarladığı bir gerçektir; “bu coğrafyada zayıf ordusu olan milletler tutunamamıştır, tutunamayacaktır”…
Güvenliğin en temel varlığı millettir. Birlik ve beraberlik içinde, “millet” kavramı altında bir bütün olmayı başarmış insan unsuruna sahip ülkeler “güvenlik” içindedir. Bunun tipik örneği “milletin geleceğini milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyen Türk Milletidir. Birlik ve beraberlik gösterdiği dönemlerde kurduğu devletler, birlik ve beraberliğini kaybettiğinde yıkılmıştır.
Emperyalist sistemin ezmeye çalıştığı tüm halklara ve uluslara örnek olacak bir mücadeleyi Mustafa Kemal’in önderliğinde Türk Milleti geçen yüzyılda sergilemiş ve tarih sahnesindeki yerini korumuştur. Geçen yüzyılın sonunda bu konuya ışık tutabilecek karşıt bir örnek üçüncü dünyanın lideri Mareşal Tito’nun Yugoslavya’sıdır. Köken olarak tamamı neredeyse Slav ırkından insanların yaşadığı bir coğrafyada kaderde, kıvançta, tasada ortak bir millet olamamanın sonuçları yaşanmıştır. Katolik, Ortodoks, Müslüman halklar arasında büyük insanlık dramlarının ve “etnik temizlik” suçlarının işlendiği olaylar ardından Yugoslavya birliğini koruyamamış, paramparça olmuştur.
Bu noktada altını özenle çizmemiz bir konu var. Bir milletin varlığının bekası için barıştan başlayarak bir savaş ortamında karşılaşacaklarına hazırlanması ve eğitilmesi gerekir. Bunu da sağlayacak yapılar devlet mekanizması içinde kurgulanmıştır, kurgulanmalıdır. Bunun için “tarafsız” ve dört parçalı bir ülke olan İsviçre’de bile “çok ciddî ve disiplinli” izci yapıları, askeri ve sivil toplum örgütlenmeleri vardır. İngiltere’de bilgisayar oyunlarını bile “güvenlik” bilinci yaratmaya ve “askeri araç ve gereçleri” kullanmaya yönelik kurgulamaktalar. ABD’de “Pentagon denetimi”nden geçmeyen bir reklam filmi bile yapılamamaktadır. ABD’de güvenlik kaygısı o durumda ki, bir hainin ABD başkanlığını seçimle veya hile ile ele geçirip ABD’ye ve dünyaya tehdit olabileceği temalı filmler yapılmaktadır. ABD güvenliği için toplumsal duyarlılık geliştirilmeye ve tüm olasılıklara karşı hazırlıklı olmaya bu şekilde çalışılmaktadır.
Son dönemde yaşadığımız ve utancını hâlâ taşıdığımız “on bir subayımızın başına çuval geçirilmesi” olayı var. Ne yapıyordu on bir subayımız orada? Türkmen varlığının kendisini koruyabilmesi için “Türk(men)lerin örgütlenmesini sağlamaya çalışıyordu ve bunun için saldırıya uğradı” diye geçenlerde TV’de anlattı dönemin bir yetkilisi. Sonra da Amerikalıların ele geçirdiği listelerdeki isimleri “temizlediğini”…
“Biz ne yapıyoruz, ne oluyor, ne olacak” diye çeşitli vesilelerle soran hemşerilerime bir yanıt vermem gerekirse, biz ‘monşer’ diye diplomatı, “bizden öncekiler korkak davrandı” diye diplomasimizi aşağılıyoruz. ‘NATO’nun Libya’da ne işi var’ diye çıkışıyor, ‘Şangay Beşlisine bizi alın’ diye NATO’daki müttefiklerimizin(?) kafasını karıştırıyoruz. “Stratejik derinlik”teki dış politikalar ile Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasıyla gerçekleştirdiği Cumhuriyet’in itibarını ve “sorunsuz” komşu sayısını “sıfırlıyoruz. Düzmece davalar, askerliğin temel kurallarını dinamitlemek anlamındaki torba yasalar ve siyasetçinin askerlerini yaratmak gibi gizli ajandalar ile güvenlik güçlerinin “memurlaştırılması” sürecini yaşıyoruz. Eğitim sisteminden “milli güvenlik”, beden eğitimi derslerini kaldırıyoruz, milleti donanımsız hale getiriyoruz. Kozmik odalara girip milletin harp zamanındaki temel güvenceleri olan planlamaları ve teşkilatlanmaları sabote ediyoruz. Ülkemizde terörist, patlayıcı, silah, askeri araç ve gereç ithalini ve ihracını “empati yapmak lazım”, “öfkeli gençler”, “spor malzemesi”, “eğit-donat” açıklamalarını yeterince irdelemiyoruz. En önemlisi “güvenlik” ihtiyacımızın en önemli ve son dayanağı milletin adının devlet dairelerinden kaldırılmasını, bayrağının kışlalardan silinmesini, ulusal yazarların ve ozanların ders kitaplarından çıkarılmasını, bayramlarının sıradanlaştırılmasını, birlik ve beraberliğinin tartışmalı hale getirilmesini seyrediyoruz. Savunmamızın bel kemiği şirketlerimizi “özelleştireceğiz” diye satmaya çalışanlar bir yana gün geçtikçe ağırlaşan savunma ihtiyaçlarına karşın savunma harcamaları çok diye askerliği paralı, bedelli, dövizli yapmaktan, savunma yetenek açıklarının giderilmesi için gerekli fonları ve bütçe kaynaklarını azaltmaktan çekinmiyoruz. “Hazır ol ceng ü cidale, istersen sulhu salah”(barış ve iyilik istersen, savaşmaya ve kavgaya hazır olmalısın) sözünü de, “yurtta barış, dünyada barış” sözünü de unutmuşuz…
Lale Camiin müezzini Sırrı (Yürü) Hocanın sesi kulaklarımda “hayyalel salah, hayyalel felah” (haydi barışa, haydi kurtuluşa)… “Çanakkale’de bizi evliyalar kurtardı”, “Mahzenli Ali Efendi uçaklarımızı yakıtsız uçurdu” yalanlarına inanıyor, barış ve kurtuluşu dua ile sağlamayı “savunma” sanıyoruz. Kafamızı kuma gömmeyi siyaset, har vurup harman savurmayı ticaret, iltimas ve iltizamı adalet kabul ediyor, ülke güvenliğini site ya da alış veriş merkezi güvenliği ile karıştırıyoruz.
Tarihte örnek çok da en çarpıcı olanlardan birisini arkadaşım Naim Babüroğlu yazmış geçenlerde; “Bir yanda, 1919’da İzmir’i işgalcilere teslim eden İzmir Valisi İzzet Bey, öte yanda valinin emriyle askerlerini kışlaya kapatan ve düşmana tek kurşun attırmayan kolordu komutanı Nadir Paşa… Tarih ikisini de unutmadı… (Eklemem gerekir ki işgal gören onca beldede, onca eğitimli, maaşlı, donanımlı memur ve asker dururken İzmir’de düşmana ilk kurşunu sıkan bir gazeteci?) “Tarihini bilmeyenlerin haritalarını, daima başkaları çizer” sözünün doğruluğunu yaşayarak öğreniyoruz belki de?
Evet, ne yazık ki unutmuşuz, bilmiyoruz tarihimizi… Güvenlik ihtiyacının çağımızda, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde sıraladıklarından farklı olarak bazen belki de birinci sırada olabileceğini görmezden geliyoruz. Yetkililerin “güvenlik” bilinci gelişene kadar ülkemizi ve milletimizi “Tanrı korusun” demekten başka elimden bir şey gelmiyor, Tanrı’nın akılsızları ve düşüncesizleri korumadığını bilmeme karşın…
Uçak mı, Temel’in dediği gibi “baktık ki yere inmiyor, biz de vurduk onu..."