Türkiye’nin içine düştüğü girdabın sorumluluğunu herhangi bir partinin üstüne yıkmak haksızlık olur.

1950 seçimlerinden sonra iktidara gelen partilerin oy potansiyelini korumak için değişik kandırmaca taktikler uygulayarak gerçek olmayan ve halkın zaaflarını kullanarak ayakta, yani iktidarda kalmaya çalışması, zaman zaman bölücülük ve hatta beka sorununu ileri sürerek iç savaşların eşiğine getirildiği bir gerçek.

En fazla dini istismar ve kanunen yasak olmasına rağmen tarikatlar ve cemaatlerin gölgesine sığınan politikacılar, halk arasına nifak ve ikilik yaratmayla, Atatürk’ün kurduğu ulus devleti bölmeye yönelik her türlü ortamı dış güçlerin hizmetine sunmuştur.

Her askeri müdahaleden sonra, Türkiye’nin bir on sene geriye gitmesi, kalkınmanın önünü tıkamıştır.

Ekonominin anahtar kelimelerinin bir tanesi de, mesnetsiz atılan vaatlerle beraber meydanlarda ağıza alınmayacak kadar ağır küfürden de ileri hakaretlerdir.

Peki, bu gibi atışmaların halk arasında nasıl karşılandığını, büyük bir ülkenin yönetimine talip olan kimselerin bilmemesi mümkün mü?

Çok yakında gerek yazılarım, gerek fiili olarak takibinde olduğum siyasi ortamın şimdiki kadar çirkinleştiğine şahit olmadım. Hiçbir ortamda söylenmeyecek, hatta kavgalarda bile söylenmeyecek kadar ağır kelimeler meydanlarda, binlerce insanın huzurunda ifade ediliyor.

Cibilliyetsiz, havlama lan, hayasız, şerefsiz, hain, vatan düşmanı, “sizi önümüze katar kovalarız” gibi pek çok yakışıksız kelimeler.

Siyasi tartışmalar ve hakaret dolu konuşmalar, hiç bir zaman oy artısı sağlamadı ve de sağlamaz. Eğer bu sözleri danışmanları yazıp siyasetçilerin eline veriyorsa vahim, yok eğer siyasetçiler bilerek bu cümleleri sarf ediyorsa daha da vahim değil mi? 

Bu ülkeye yazık oluyor. Ülkemizi yöneten iktidarı da, muhalefeti de zaman zaman bir araya gelip, ülke meseleleri konusunda ortak bir noktada bulaşabilmeli ki, sorunların çözümü daha kısa sürede çözümlensin. Ama nerde?

50 yılımın geçtiği Almanya’da son 20 yılımı bir siyasi partiye kayıtlı olarak ömrümün yarısını geçirdiğim ülkede, birbirine hakaret eden, kötü sözler sarf eden siyasetçi görmedim ve göreceğimi de sanmam. Çünkü halkın tasvip etmediği söz ve davranışlar ağır bir şekilde seçim sandığına yansır. Bunu her siyasetçi bilir. Siyaset halka karşı bir hizmet yarışıdır ve kültürlü toplum bu şekilde anlar ve kabul eder.

Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin içinde bulunduğu durum eğer gizlenmeye çalışılıyorsa, ülke yararına olmayacağı bilinmeli. Eğitimde gizli gizli gelişen olaylar, sanki FETO olaylarını hatırlatır gibi yorumlanıyor halk arasında. Yurt olayları ve yurtların bazı tarikatların kontrolüne geçmesiyle beraber, cemaat evlerine yerleştirilen talebelerin baskı altında tarikat hizmetine zorlanması ve Elâzığ’da bir gencin intihar etmesi, eğitimin vahametini gösteriyor.

Tarım ve ekonominin geldiği nokta ve üretimin ne duruma geldiğini anlatmaya gazete sayfaları kâfi gelmez.

Ülkemin her kesiminde olduğu gibi Kırşehir’de de kime sorsanız ekonomik anlamda büyük sıkıntı içinde bulunduğunu söylüyor. Çiftçi mazot, gübre diğer girdi maliyetlerine gelen büyük zamlarla tarlalarını ekemeyeceklerini ifade ederken, ülkemizi yönetenlerin görevi burada yaşanan sorunları çözmek için ne bekliyor, hangi adımları atıyor?

Eğer tarım ve hayvancılıkta yaşanan ve giderek büyüyen sorunlar çözümlenmez ve çiftçiler ve yetiştiriciler desteklenmezse, hiç istemem ama önümüzdeki yıllarda ülkemiz gıda da dışa bağımlı olacak, fiyatlar da katlanacak, halkın alım gücü iyiden iyiye düşecek.

Tarım ve hayvancılık şehri Kırşehir’de vatandaşların artan maliyetler nedeniyle ya küçülmeye ya da zarar ettikleri için ekip dikmemeye, hayvancılıktan da giderek vazgeçmeye başlayacaklarını ifade ettiklerini işitiyorum.

Üretimin azalması demek insanların gıdaya daha çok para ödeyecek olması demek, bu da dolayısıyla hayat pahalılığı olarak herkesin cebine yansıyacak. Ne diyelim sonumuz hayır olsun…