Seçimlere şunun şurasında iki hafta gibi kısa bir süre kaldı.
Herkes seçimle yatıp, seçimle kalkıyor.
Tabi seçim startının verilmesi bu yıl Ramazan ayına denk gelmesi partileri ve adayları epey zorlamışa benziyor. Çünkü ramazan ayında insanların oruç olması epey etkiliyor.
Hayırlısı ile şu seçimler sağ-salim bitseydi de hem ülkemiz, hem de milletimiz rahat bir nefes alsaydı.
Elbette seçimler ve ekonomi hepimizi yakından etkiliyor. Kırşehir’de şu an herkes, kurumlar, kuruluşlar seçimlere kanalize olmuş. Her şey beklemede. Yatırımlar durdu, insanlar yatırım yapmıyor, yapamıyor, çünkü önünü göremiyor.
Kurumlar, kuruluşlar ve bizler de seçimin biran önce sonuçlanmasını istiyoruz.
Neyse iki hafta sonra bu durum ortadan kalkar da herkes ona göre rahat bir nefes alır, işine gücüne, hayatına bakar.
Kırşehir’de iddialı olan partilere ve milletvekili adaylarına bakıyorum, onlar yoğun bir tempo içinde oradan oraya koşturuyor, gece-gündüz demeden iftardan sahura kadar seçmenle buluşuyorlar.
Ne yapsın garipler, gündüzleri hava sıcak, malum oruç tutuyorlar, öğleye kadar dinleniyorlar.
Kırşehir’de gördüğüm tabloya göre AK Parti’de yoğun bir çalışma gözlemleniyor. Hele Belediye Başkanı Yaşar Bahçeci, 2-0 almak için oradan oraya koşturuyor. Programlar, etkinlikler, ziyaretler, iftarlar, sahurlar derken sabahın ilk ışıklarında yastığa başını zor koyuyor.
Adaylar seçmenlere hem kendilerini anlatıyor, hem de yapacaklarını vaad ediyor.
Ne diyelim Allah kolaylık versin…
***
Evet, Kırşehir bir alem şehir vesselam!
Suya sabuna dokunmayacaksın, gelene ağam, gidene paşam diyeceksin!
Düşeni yerden kaldırmayacak, hatta bir tekme de sen atacaksın ki bir daha ayağa kalkamasın!
Ben de bugüne kadar Kırşehir’de bir takım gördüğüm aksaklıkları ve yanlışları dile getiriyor, ilgilileri göreve davet ederken, az da olsa çözümüne katkı sunduğum konulardan dolayı rahat hissediyordum kendimi…
Ama yapmamak lazımmış!
Kırşehir göçüyormuş, insanlar iş ve aş için memleketlerini terk edip gidiyormuş!
Kırşehir’in seçilmişleri sen-ben kavgasına tutuşup memlekete hizmet getirmiyorlarmış!
Kırşehir’de bazı kurum ve kuruluşlarda partizanlık yapılıyor, hizmetler aksıyormuş!
“Eğitimde marka kentiz” diye övündüğümüz Kırşehir’de eğitimde düşüş devam ediyormuş!
Bazı daire müdürleri politize olmuş, hizmet etmek yerine günü gün ediyorlarmış!
Kırşehir’in cadde ve sokaklarında altyapı çalışmaları nedeniyle bazı hizmetler aksıyormuş!
Kırşehir’in nüfusuna göre otomobil sayısı çok olduğu için şehirde otopark sorunu yaşanıyormuş!
Birileri bu ilin valisine, belediye başkanına saldırıyor, hakaret ediyormuş!
Sanane be kardeşim, sanane!
Sen bu memleketin avukatı mısın?
Bu ve buna benzer sorunları gündeme getiriyor, ilimizin sorunlarını çözmek senin görevin mi? Senin mi işin?
Sen de başkaları gibi gelene ağam, gidene paşam de, herkesin sırtını sıvazla, köşe dönmenin hesabını yap!
Sen de rakı içmeyi öğren! İçki sofralarına meze, garnitür ol!
Ama ne rakı içebiliyorum, ne de meze olabiliyorum. Çünkü rakı içmek ayrı bir meziyet, içtikten sonra ayakta durmak ayrı bir meziyet!
Fakat çok içip de çarpılıp yerlerde sürünenleri de, yattığı yerde kendini unutanları da duyuyorum.
Bu ayrı bir yetenek olduğu için bu işi yapanlara görevi tevdi ediyorum.
Ama ben de artık kendimi yenileyip, üçyüz altmış derece dönüp, yıkama ve yağlamacılardan ders alacağım!
Ne yapayım, gün değişim, gün kabuğunu kırma dönemi!
Haydi yağcılar ve yalakalar var mısınız bana ders vermeye!
Yeri gelmişken bir konuyu daha buradan üzüntü ile dile getirmek istiyorum.
Önceki gün gazeteye gelirken, bir hemşehrim yolumu kesti, Kırşehir’deki olumsuzluklardan dem vurdu, “Niye yazmıyorsunuz bunları?” diye deyim yerinde ise benden hesap sordu.
Ben de hemşehrimin olumsuzluklarla ilgili sözlerini dinledikten sonra, şunları şunları yazdığımızı anlattım, gündeme getirmediklerimizi de en kısa sürede yazacağımı söyledim.
Herkes bizi memleketin fedaisi olarak görüyor.
Sanki bizim yazdıklarımızı Kırşehir’deki ilgiler şıp diye yerine getiriyormuş gibi, yaz da yaz diye ısrar ediyorlar.
Tabi yazacağız, ama araştırıp, soruşturduktan sonra…
Kırşehir’de çalışıyoruz. Ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz ilimizin ve ülkemizin sorunlarını gündeme getirmek ve bunların çözümüne katkı sunmak bizlerin, özellikle basının görevi olduğunun da bilinci içindeyiz.
Ama hep yazıyor, sorunları gündeme getirerek çözümüne katkı sağladığımızı düşündüğümüz meseleler hep gazete olarak neden hep “Kırşehir Çiğdem”in, ya da yazarlarının üstünde kalıyor?
Bu memlekette “gazeteciyim!”, ya da “medyacıyım!” diye ayağını sürüyüp gezen başkalarının gündeminde olmuyor nedense Kırşehir’in sorunları?
Neden hep bizlerin üstünde kalıyor bu sorunları gündeme getirmek?
Onlar işlerini iyi biliyor, “gelene ağam, gidene paşam” diyerek ihale almakla, onun bunun sırtını sıvazlayarak köşe dönerken, biz gazetede çalışanların aylıklarını, sigortalarını nasıl ödeyeceğiz diye kıvranıp duruyoruz.
Birileri kopyala yapıştırla gazetecilik yaptığını sanıp köşe dönerken, bizler de Kırşehir için, memleketimiz için deyim yerinde ise doğrucu davut kesilip, haksızlığa, hırsızlığa, yolsuzluğa, hukuksuzluğa karşı ayakta durmaya çalışıyor, başka bir deyimle kuyruğu dikmeye devam ediyoruz.
Tabi bizim karakterimizde, mayamızda tehdit ve şantajla köşe dönme olmadığı için, yıkılmadan ayakta kalma mücadelesi veriyoruz.
Çok şükür bu memlekette alnımız ak, başımız dik geziyorsak o bizim için her şeyden önemli.
Yıkılmıyor, sarsılıyoruz, ama onurluca, şereflice yaşıyoruz ya yeter de artar bize…

***

Unutamadığım babama…

Çok sevdiğim ve 2008 yılı Ekim ayında kaybettiğim babam Mustafa Güner’i geçen hafta rüyamda gördüm.
Pazar günü annemle birlikte yattığı Aşıkpaşa Mezarlığı’na giderek ziyaret ettim.
Yıllarca gözü gibi bakıp büyüttüğü ağaçlarına baktım, bir tanesinin kurduğunu gördüm, onun gibi boş zamanım olmadığı için ağaçlarını sulayıp bakamadığımız için üzüldüm, iç çektim.
Geçen ay “Anneler Günü”nde gittiğimde babam adına yaptırdığım çeşmenin suyunun akmadığını görünce, Belediye Başkan Yardımcısı Sayın Halil Tan’a telefon ettim, sağolsun anında arızayı gidererek suyunu akıttı, mutlu oldum. O kadar. Tabi bu konuda Belediye Başkan Yardımcımız Halil Tan’a bir kere daha teşekkürlerimi iletiyorum, iyi ki var…
Evet, gelecek hafta “Babalar Günü”nü var ya…
Ben de aklımdayken “babalar Günü” öncesi yaşanmış bir hikâyeyi çok sevdiğim babama buradan ithaf ederken, bir kere daha ruhu şad, mekanı cennet olsun diliyorum.
Kuzu etinden imal edilmiş yaprak döneri çok severmiş…
Bir gün canı yaprak döneri çok çekmiş. Babasının isteğini fark eden oğlu, almış babasını ve güzel bir lokantaya götürmüş… Baba, yemeği önce kendisi yemek istemiş… Ancak yaşlılığın verdiği zayıflık sonucu elleri titrediği için lokmayı ağzına götürmek istediği her seferinde üzerine dökmüş, yağı sakalına damlamış…
Lokantadaki insanların bakışları da pürdikkat onların üzerindeymiş… Aşağılayıcı bakışlar, alaycı tavırlar, surat ekşitmelerle arada bir yaşlı babaya bakıyorlarmış. Bir süre sonra oğlu sabır ve itina ile lokmaları babasının ağzına koymaya başlamış…
Nihayet yemek bitmiş ve oğlu babasını alıp lavaboya götürmüş, elini-yüzünü iyice yıkamış, üstünü-başını silip temizlemiş, saçını-sakalını düzeltip taramış, gözlüklerini silip gözüne takmış, ardından da koluna girip dışarı çıkarmış…
Lokantada bulunanların hakaretamiz bakışları hâlâ onların üzerinde… Hiçbir bakışı umursamayan çocuğun ise yüzünde hep tebessüm varmış, babası çok sevdiği yemekten yiyip lezzet aldığı için…
Yemek parasını ödeyip çıkıyorlardı ki, arkalardan yaşlı bir amca seslenmiş:
– Hey evlat, burada bir şey bıraktığını unutmadın mı?
Az düşündükten sonra çocuk cevap vermiş:
– Hayır, masada bir şey bıraktığımı sanmıyorum!
Yaşlı amca:
– Hayır evlat, yanılıyorsun. Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun!
Şaşkınlık içinde:
– Ne bırakmışım ki amca?!
– Sen burada, her evlat için bir ders ve her baba için bir umut bırakıp da gidiyorsun!…
Tam bir sessizlik hâkim olmuştu salona… Herkes yaptığından, düşündüğünden utanç duyuyordu…
Unutmuşlardı bir an, her sıkıntıda babalarına sığındıklarını:
- Baba! Şunu istiyorum.
– Baba! Bana şunu al.
– Baba! Şu okulda, şu üniversitede okumak istiyorum, şu kadar harç gerekiyor.
– Baba! Okul masrafları için şu kadar para lazım.
– Baba! Falan şehre gezmeye gitmek istiyorum, para ver.
– Baba! Doğum günümde bana ne aldın?
– Baba!…
– Baba!…
Ama bir defa olsun dememişlerdi sanki:
– Yanımdasın ya baba, benim için her şeye değer ve yeter!…
– Babam! Senin yanında olmak benim için bir dünyadır…
Hep sahip olmak istediklerimizden söylenip durduk, yokluklarımızdan sitem edip şikâyetçi olduk… Ama belki de hiç sormadık ona:
– Baba! Senin benden bir isteğin var mı?
Çoğumuza sormuşlardır kesin çocukluğumuzda, “Anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?” diye. İlk başta “Her ikisini.” desek de az ısrar sonucu utanarak, sıkılarak kısık sesle, “Annemi.” diyorduk; buna rağmen baba içindeki acıyı bize hissettirmeden tebessüm ediyordu. Kim bilir, belki de herkesin yanında utanıyordu…
Ama bir gün gelir de kayıp giderse elinden, aile fertlerinin güzel yaşaması için ne tür zahmetlere katlandığını işte o zaman anlarsın…
Düşünüyorum da baba hakkında bir sure inmiş olsaydı, kesin babaya da yemin edilirdi:
Andolsun ekmek kokan nasırlı ellerine!…
Andolsun hep kaygı taşıyan gözlerine!…
Andolsun içine akan kutsal gözyaşlarına!
Andolsun keder dağına dönüşen yüce kalbine!…
Andolsun gururuna, garipliğine, kadri bilinmeyen kadrine!…
Cennet senin ayaklarının altında olmasa da…

Sevdiğim bir söz

“Nankörler düne değil, güne bakarlar ve onlar; kimden menfaatleri varsa onun yüreğine doğru akarlar.”