İslâm camiasına mensup olan insanların hususiyetlerinden biri iradelerini bilmek, ruhlarını tasfiye etmek, camialarının hayır ihtiyacını her zamandan fazla düşünmek, birbirleriyle olan münasebetlerine hakiki kardeşlik samimiyetini vermek gibi yüksek endişeler için senelerinin bir ayını, âdeta tahsis etmeleridir.  Bu mübarek ay, ramazan ayıdır ve bu ay, oruç tutularak geçirilir. Çünkü oruç tabiri, bahis mevzuu ettiğimiz bütün iyilik ve faziletlerin remzidir.

Oruç tutmak, irade terbiyesile başlar ve terbiye edilmiş iradeyi kudsiyet harimine eriştirmeye kadar tesirini gösterir.

Herkesin kendine göre alıştığı günlük bir hayat ve bu hayatın kendine mahsus itiyadları vardır ki, bunlardan ayrılmak herkese güç gelir.

Fakat herhangi bir vazife bizi itiyadlarımızdan ayrılmak mecburiyetinde bırakabilir ve biz bu itiyadlardan sıkıla sıkıla, belki de eziyet çeke çeke ayrılırız.

Sıhhatimiz uğrunda şu veya bu maddeleri kullanmamak icap ederse, sıhhatimizin emrini, zaikamızın isteğine üstün tutarız.

Ailemizin saadeti bizim bir itiyadı terk etmemizi icap ettirirse onu terk etmeyi bir vazife tanırız.

Vatanımızın menfaati bizden daha büyük fedakârlıklar isteyebilir. Ve biz bunları derhal göze alırız. Fakat bütün bu vazife icaplarını seve seve yapmak ve bu uğurda çekeceğimiz varsa, o ızdıraptan da haz duymak için çok iyi terbiye edilmiş bir irade sahibi olmamız lâzımdır. Yoksa, vazifenin emrettiği her fedakârlıktan kaçınmıya çare arar ve vazife icaplarını atlatmıya bakarız.

İslâm dini insanların vazifeyi benimsemelerini, vazifeyi seve seve ve istiye istiye yapmalarını, bilhassa “mukaddes vazife”lere sımsıkı sarılmalarını temin için irade terbiyesine en büyük ehemmiyeti vermiş ve bu terbiyeyi ibadet seviyesine yükseltmiştir. Ramazan orucu bu terbiye ve ibadetin biridir. Bu terbiyeden maksat, insanların cemiyet ve camialarının yüksek hayrı için en meşru zevklerden ve itiyadlardan dahi yüz çevirmeleri ve bu uğurda her mahrumiyeti göze almalarıdır.

Fakat maksat, mahrumiyet çekmek değildir. Bilâkis cemiyet içinde bir kimseyi mahrum bırakmamaktır.

Bu vazifenin ifası, insanların insanlık mefhumuna ve insanlık idealine hürmetlerini ifade eder.

Asıl büyük hedef, insanları, insanlığın hakiki icaplarını müdrik dürüst bir irade irade ve samimi bir şuur, müstahkem bir iman ile techiz ederek onları iyinin, doğrunun ve güzelliğin en yükseğini temsil eden kudsiyet ve ruhaniyet havası ve harimi içinde yaşatmak, bu yaşayış içinde insan ruhunun en değerli verimlerini vermesine imkân vermek ve bu verimlerle insanlığın hayatını zenginleştirmek, derinleştirmek ve olgunlaştırmaktır.

İslam camiası, mübarek Ramazan ayına kavuşmakla kendisine bu yüksek terbiyeyi vermiye, bu yüksek ve büyük hedefleri yaşatmıya çalışıyor.

Bu mübarek ay kutlu olsun.

[Bu yazı 1940 yılında Tasviri Efkâr Gazetesinde Süha Sakıp’ın ‘Görüşler ve Düşünüşler’ isimli köşesinde yayınlanmıştır.]

**

                            “ÇORBANAME”

Eski Ramazanlarda iftar sofraları bir çiçek bahçesine benzerdi. Ayva reçelinin, kırmızımsı gül reçelinin lâal, mürdüm eriğinin patlıcanî, vişnenin koyu kırmızı, hünnabın yeşil, kayısının sarı, şeftalinin gümüşî, çileğin dalgalı, gelinciğin bu kara alacasını andıran renkleri, gözleri bir renk ve ışık ziyafeti içinde bırakır, insan, bu güzellikleri bozmamak kaygusile, tabaklara ellerini uzatmaktan çekinirdi.

Susamlar, yağlı simitlerle, yumurtalı pideler, reçel –hem kaç türlü- pastırma, sucuk, zeytin, kaşer tabaklarının etrafına, bahçe göbeklerinin etrafına dikilen mini mini şimşirler, yeşil taçlı bodur çamlar gibi dizilirdi.

Zemzemle, tuzla bozulan oruçtan sonra, hoyrat eller, bu bahçenin ortasında gezer, tabaklardan çimlenirdi. Hele, tabaklarda kabaran, içi kaymaklı, fıstıklı ve sütle yumuşatılmış güllaç tabaklarının ne hoş manzarası vardı. Tıpkı, kar toplarına benzerdi bunlar… Bakır maşrabalardan, billûr sürahilerden, ince bardaklara, üzerine âyetler yazılı gümüş kupalara boşaltılan sular, içimizdeki hararete ince bir serinlik çekerdi. Fakir evde, en aşağı dört beş kap yemek pişerdi.

İftar sofralarının en başta ve en itibarlı yemeği soğanlı, pastırmalı yumurtaydı. Ve Saksonya kâselerde sofraya gelen çorba, adetâ bir hasretli öpülür gibi içilirdi.

Çorbadan, yumurtadan sonra hangi yemek gelirdi? Herhalde, et, yahut tavuk… Fakat etin kaç türlüsü, kaç çeşit pişirilmişi. Arkadan sebzeler, sağ yağlı, zeytinyağlı sebzeler… Sonra börekler, tatlılar.

Bugün eski Ramazanlarda sofraya kaç çeşit yemek geldiğini ve bunların sayısını söylemiyeceğim. Belki on beş, belki yirmi, belki de yirmi beş…

Mübalâğa  ettiğimi zannetmeyiniz, o devirde, bir fıkara evinde, Ramazanda, dört beş kap yemek piştiğini söylersem, öte tarafını varın siz kıyas edin.

O devirlerde, Ramazan yemeklerine – tabir caizse- kösemenlik ve mihmandarlık yapan çorba hakkında da manzume, kasideler, murabbalar, muhammesler yazmak âdetti. 

Bunlardan aklımda kalanlardan bir çorbanameyi naklediyorum:

Kana kuvvet, göze fer, batna cilâdır çorba,

İlleti cua deva, mahzı gıdadır çorba,

Sağlara, hastalara ayni şifadır çorba,

Ağniya dostu, muhibbi fıkaradır çorba,

Hâsılı hâhişle ekle sezadır çorba!

Sahnei lüpte ağız laabının ilk perdesidir,

Her zaman önde yürür, etame sergerdesidir,

Bence hep batnı beşer, çorba cilâ gerdesidir,

Bütün efradı ecanip “supa” oerverdesidir;

Alemin sevgilisi dense becadır çorba!

Ramazanda hele, bin can ile herkes gözler,

Daha gündüzden anı, midei hâli özler,

Çorbaya dair olur sofrada yağlı sözler,

O ise baklavanın râhmı durmaz düzler,

Öyle bir rehber badıhavadır çorba!

Ekşili, terbiyeli, başlar ise ahenge,

Girişir tab’ı şikem, nağmei çengâ- çenge,

Boyanır kiseye, efkâra göre her renge,

Dar boğazlarda girer, girse kaşıkla cenge,

O zaman sıtkile muhtacı duadır çorba…

[Bu yazı 1939 yılında Haber Gazetesinde imzasız olarak yayınlanmıştır.]

**

Atatürk'ün taktığı ‘‘Bal Mahmut’’ lâkabı, fıkraları ve nükteleriyle tanınan Mahmut Baler’den  bir fıkra:

“Adam ölmüş.. Büyük bir cenaze alayı yapmışlar. Ama muhteşem bir şey. Lâkin böyle şeyler oluyor ya! Adamı ölmüş sanmışlar, meğer diri imiş. Tabutun içinde uyanmış. Uğraşmış, uğraşmış.. Tabutun kapağını aralamış, bakmış ki: Gidiyor.. Aman.. Biraz daha aralamış.. Gözüne Nasreddin Hoca ilişmiş. Seslenmiş:

--- Aman Hoca! Ben ölmedim yahu! Söyle şunlara..

Diri diri gömecekler..

Hoca bakmış:

--- Aa! Sen ölmedin mi?

--- Yok yahu! Aman  haber ver şunlara…

Hoca muazzam kalabalığa bakmış.. Sonra:

--- Vallahi kardeşim. Bu kadar kişiye ben senin ölmediğini nasıl anlatırım.. Sonra.. Cenaze alayı da o kadar muhteşem ki; değmez doğrusu şimdi sana karşı gösterilen bu hürmeti boşa çıkarmaya.. Sen yat, yat! Hadi Allah rahmet eyleye..” demiş.