Dün gece bir rüya gördüm… Kâbustan uyanır gibi uyandıran bir rüya… Uyandığımda bağırıyordum; “cübbe onur korumaz” diye! Rüya görmem diyemem de gördüğü rüyayı uyanırken unutan tiplerdenim. Hatırladıklarımı da “hayırdır, bir rüya gördüm” diye ballandıra ballandıra anlatamam.

Dün gece bir rüya gördüm… Kâbustan uyanır gibi uyandıran bir rüya… Uyandığımda bağırıyordum; “cübbe onur korumaz” diye! Rüya görmem diyemem de gördüğü rüyayı uyanırken unutan tiplerdenim. Hatırladıklarımı da “hayırdır, bir rüya gördüm” diye ballandıra ballandıra anlatamam. Bu yüzden olsa gerek; “Rüyamda Allah’ı gördüm, Rabbim Klivlind dedi” diyen hanımefendiyi, bunun üzerine kalkıp Amerika’ya ameliyat olmaya giden canı tatlı politikacıyı hiç anlayamadım. Hele rüyasında tanrısının kitap yazdırdığı insanların haleti ruhiyesini hiç anlayamadım. Bu gibiler Ağrı’da ilk kez karşılaştığım bir eczacı kalfasının “inanmayacaksınız, dün gece rüyamda sizi gördüm” lakırdısı boş olmaktan daha fazla fantezi taşıyordu…
Gençlik yılları… İnsanın taşı sıksa suyunu çıkaracağını düşündüğü yıllar… Hayallerle, ümitlerle dolu yıllar. Bir üniversiteye girip bir meslek sahibi olmak hayali hepimizin yüreğini yakıp kavuruyor. Sürekli değişen eğitim ve sınav sistemi karmaşası karşısında bocalıyoruz. Yıllar geçtikçe niteliklerini daha çok fark ve takdir ettiğim değerli öğretmenlerin katkısıyla sınavlara hazırlanıyoruz. Üniversite sınavları için birkaç dershane dışında seçeneğiniz yok, onlar da Ankara’da… Başka bir yazının konusu olacak uzun bir hikâye ama sonunda karşılaştığınız bir haksızlık(?) hayatın çirkin bir yüzünü karşınıza çıkarıyor; “Adam kayırma”… Üç yıllık emeğinizin, başarınızın bir sınavda bir kenara konduğunu, birilerine hak etmediği sıfatların nasıl kolayca verildiğini görüyorsunuz. Hayat boyu isyan edeceğiniz bir haksızlık zihinlerinize kazınıyor.
Üniversite sınavına giriyorsunuz. Bin bir zorlukla hazırlanmışsınız, aileniz bin bir güçlüğe katlanmış… Merak ve heyecanla bekliyorsunuz günler boyu… O yıllarda üniversite sınavları için merkezi bir sistem vardı ama bütün üniversiteleri kapsamıyordu. Merkezi sistemle yapılan üniversite sınavları dışında Kırşehir’e yakın üniversite ili olan Başkent Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Gazi Üniversitesi sınavları ve Üniversite Seçme Sınavı yanında ailemin zoruyla Harp Okulu sınavlarına da girmiştim. Bekliyoruz bir türlü sınav sonuçları açıklanmıyor. Bazı arkadaşlarım kendinden emin “şu kadar puan aldım, şurayı kazandım” havalarında ama Lise Bitirme Sınavlarında karşılaştığım hayal kırıklığı sonrasında neyle karşılaşacağımın merakı içindeydim.
Biz sabırsızlandıkça sınav sonuçları naz yapıyor gibiydi. Bu arada ilk Kara Harp Okulunu beşinci sıradan kazandığımı öğrendim. Ailem mutluydu. Sağ sol kavgalarının çatışmaya dönme eğilimine girdiği bir dönemdi. Güvenli bir yer olarak görüyorlardı. Harp Okulu sınavı sonrasında sağlık muayeneleri bitmiş, Ankara’ya gidip Harbiyeli olmanın eşiğindeyiz. Babam sabah erken şehir turunu tamamlamış, gazetesini okuyor. Gazetenin bir köşesinde ODTÜ Jeoloji bölümünü ve Gazi Eğitim Matematik bölümünü kazandığımı okuyorum. Ama hala Merkezi Sistem Sınav Sonuçları açıklanmamış… Babam memnun oldu, ben Harbiye’ye gitmek istemediğimi tekrarladım. Nafile! “ODTÜ’ye gidersen komünist olursun, Gazi Eğitim’e gidersen faşist… Ben hastane, hapishane kapılarında sürünmek istemiyorum. Harbiye’ye gideceksin. Merkezi Sistem sonuçları açıklansın, ben tazminatını verir, seni çıkartırım. İstediğin üniversitede okursun...” diyerek son noktayı koydu.
1973 yılı Merkezi Sistem Üniversite Sınav Sonuçları hiç açıklanmadı! Sorular çalınmıştı… Hayatın başında ikinci esaslı dersimi almıştım; “Haksızlık”… Adam kayırma gibi haksızlık da yaşamımın bu noktasında “kul hakkı yemek”, “emek hırsızlığı” gibi kavramların beynime kazınmasına neden oldu. Sınav soruları değil hayallerim, geleceğim çalınmıştı. Sınavlar o yılın Aralık ayında tekrarlandı. İzin verilmediği için tekrarlanan üniversite sınavlarına giremedim ve kendimi askerlik mesleğinin içinde buldum. Bir önceki sene Harp Okulu’na girmiş olan mahalle, takım, okul, silah arkadaşım ve değerli ağabeyim rahmetli Deniz Kalaycıoğlu’nun o zor dönemlerimi atlatmama yardımlarını bu vesileyle anmak isterim. Dünyaya her zaman güleç bir yüzle, iyi tarafından bakmayı ondan öğrendim. Zorluklarla, sıkıntılarla, haksızlıklarla akılla, mantıkla baş etmeyi, büyümeyi ondan ve onunla öğrenerek olgunlaştık. Devlete, millete faydalı adam olma, iyi bir asker, iyi bir subay olma yolunda onu bir adım önümde ve hep yanımda hissettim. Onun başına gelenler hayatın başka bir tokatıydı yüzüme; “ihanet”… “Yaprak dökümü”nün bir roman isminden öte, insanların inişli çıkışlı yaşam öyküsü olduğunu acı bir şekilde öğrendim.
Harp Okulu yılları yorucu ve öğretici bir başka dönemdi. Liseyi bitirirken dönem notum dokuz olan kompozisyon dersinden bitirme sınavında on üzerinden beşi zor almıştım(?) ama Harp Okulu öğretim yılı başlangıcında yapılmış bir kompozisyon yarışması için yazdığım yazıyı birinci ilan etmişlerdi. İlk matematik sınavının 15’nci dakikasında sınav kâğıdı verdim diye kızan öğretmen üsteğmen yazılı kâğıdını kızarak sınıfta okumuş sonra şaşkın gözlerle “nereden geldin sen yahu” demişti. İsteksiz biraz da küskün başladığım bu yuvada yaşamımın en gurur verici olaylarını yaşadım. Askerlik hayatı sivil hayattan farklıydı ama ataerkil bir ailenin ferdi olarak uyumda zorlandığımı söyleyemem.
Son sınıfın son günleriydi. Bir gün bir sarı zarf aldım. Dolabımda bulunan bir kitabın “yasak yayın” olduğu iddiasıyla “yasak yayın bulundurmak ve okumak” üzerine savunmam isteniyordu. Aleksandr A.Bek’in “Moskova Önlerinden-Volakolamsk Şosesi Savaşları” isimli romanı. Yazarı Rus, konusu Rus… Cumhuriyet gazetesine şüpheyle bakılan, okuyanların takip edildiği o dönemler için bildiğin “yasak yayın”? Bu kitabın 1987 yılında kazandığım Harp Akademileri sınavına hazırlık için okunması gereken kitaplar arasında olduğunu baştan söylemeliyim.
Kitabı Akademi sınavını kazanmış bölük komutanımızın okumamız için önerdiğini, sınıf kıdemlisi tarafından Okul Kütüphanesinden alındığını, üzerinde Kara Harp Okulu Kütüphanesine aittir damgası bulunduğunu, yasak yayınlar listesinde yer almadığını savunmamda belirtmeme rağmen iki gün oda hapsi cezasıyla cezalandırıldım. Cezaya itiraz ettim. Sonunda bana “sen haklısın ama kitabı Alay Komutanı buldu senin dolapta, biz bunu gidip ona anlatamayız, ama merak etme, hapis cezasını çekmeyecek, izne çıkacaksın” dendi. Ben o cezayı çekmedim ama “sekiz disiplin notum kırıldı”… Bu hayat dersinin adı “Korkaklık”tı… İnsanı kişiliksizleştiren, kimliksizleştiren, hiçleştiren bir korkaklık… Lakabı “yorgun öküz” olan bir albaya gidip bu durumu anlatma cesareti gösterememişti, “onbaşı” lakaplı bir yarbay olan tabur komutanımız…
Benzer çok olay yaşadık… Sizler de yaşamışsınızdır. Ağzınızdan lokmayı alana kadar yüzünüze gülenlerden yedirdiği lokmayı başınıza kakacak kadar adileşenlere kadar çok şey vardır insan yaşamının örgülerinde. Hak ettiğinizi sizden kıskananlardan hakkınızı yemekten korkmayanlara, utanmayanlara kadar çok şey… İkinci milenyumun ilk çeyreğinde, bu yüzyılda yaşamakta olduklarımız çok farklı. Çok daha düşündürücü...
12 Eylül’de darbecilerin ilk işi Belediye Başkan Orhan Baycan’ı cezaevine atmak olmuştu. Ancak o günün şartlarında bile hakkında dişe dokunur bir şey bulamadıkları Başkan’ı birkaç gün sonra serbest bırakmak zorunda kalmışlardı. Bu olayı O’nun ağzından hep tatlı bir anı gibi dinlemiştik. Siyasi hayatına vurulan en ağır darbeyi gülerek eleştirmişti hep! En azından bu olayda, hukukun askıya aldığı bir dönemde bile mahkemeler bağımsız hareket edebilmiş, hukuk işlemişti. Hakkınızı er ya da geç, iyi ya da kötü alabileceğiniz bir ülkede yaşadığınız hissi varlığını hep sürdürmüştü. Kamu vicdanını sızlatan birçok kötü örnek yaşanmasına rağmen…
Rüyamda bir mahkeme gördüm… Mahkemelerdeki korkulu yüzleri… Soruşturma yapan savcıların sadece suçu ispat için uğraştığını, görevi olduğu halde suçsuzluğa ilişkin delilleri görmezden geldiğini. Hâkimlerin adaleti ve gerçeği aramak kaygısından çok cübbeyi ve koltuğu korumak kaygısında olduğunu… Savunma hakkını insanların elinden almak için her türlü cambazlığın yapıldığını… Hakkın nasıl görmezden gelindiğini, gerçeğin, haklının, Hakk’ın değil güçlünün yanında olmanın marifet sayıldığını… Yalancı tanıklıkların akla gelmedik yeni türlerini… Mahkemeyi izleyenlerin başım belaya girmesin diye haksızlığa karşı sustuğunu, sessiz kaldığını… bir çok insanın olup bitene ilgisiz kaldığını gördüm. Bereket bu bir kâbus idi, bir rüyaydı… “Cübbe onur korumaz” diye uyanmışım… Gittim yüzümü yıkadım, suyu bir daha, bir daha yüzüme şiddetle çarparak… “Cübbe onur korumaz, üniforma onur korumaz, makam onur korumaz, onuru koruyacak o cübbenin içindeki insandır… İnsanın içinde yaşadığı toplum, toplumun kendine layık gördüğü sistem, sistemin dayandığı kurallar… onurunuzu korumaz, bu kurallara uyacak ve bunları uygulayacak insanlardır, onu koruyacak sizsiniz”… diye diye!
Yıllar, yıllar geçti… Adam kayırmamaya, hak yememeye, haksızlık yapmamaya, ihanet etmemeye, kendi çıkarı için adam harcamamaya, her durumda cesur hareket etmeye gayret ederek akılla, mantıkla, hukukla mesleğimi onurlu bir noktada tamamlamaya çalıştım. “Hayatımı onurlu bir noktada tamamladım” diyebilir miyim, hâlâ bilemiyorum. Bildiğim gittikçe Dallas dizisindeki “Yuvinglerin Çiftliği”ne benzeyen bir ortamda “Ceyar”ların arasında yeni hayat dersleri alarak yaşamaya çalıştığımız… Son görev yerim Ağrı’ydı. Çalıştığım ilk vali giderayak beni mahkemeye vermeye kalkmıştı. Yerine atanan yeni vali de, olması gerekeni yapmış, talebi geri almıştı. Bu arada daha vahim bir şeyi öğrenmiştim. Giden valimiz bundan önce Cumhuriyet Başsavcısına “ihaleden bir kulp tak şu komutana da, burnunu sürtelim” dediğini. Tüm bu anlattığım, yer darlığı nedeniyle anlatamadığım onca örneğe karşın Cumhuriyet Başsavcısının bunu reddettiğini, benden önce oturduğu makamın, koltuğun, giydiği cübbenin, mesleğinin onurunu koruduğunu öğrendim. Ülkemizin geçirmekte olduğu çok zor günlerde bir umut ışığı gibi bu son olay hep karşımda durdu. Geleceğe ilişkin ümit verdi, veriyor… Haklı olanın kazanacağına ilişkin umudumu hâlâ yitirmedim.
Emekli olduktan sonra 1979 yılında sekizinci sırada kazandığım Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini ciddi bir gecikmeyle 2013 yılında bitirebildim. Geçenlerde oğlum diplomamı çerçeveletmiş, getirdi, görebileceğim bir yere astım. Ona bakarken “meslek onuru”nu koruyamayan cübbeli, cübbesiz, üniformalı üniformasız, koltuklu, koltuksuz aramızda dolaşanların tükenmeyişine üzülerek “nice insanlar gördüm üzerinde elbise yoktu” ama daha beteri “nice elbiseler gördüm içinde insan yoktu” diye hala söyleniyorum kendi kendime! Biraz da gördüğüm rüyanın etkisiyle…
Kırşehir Eski Belediye Başkanı Orhan Baycan’ı yıllar önce ebediyete uğurladığımız gün olan bugün kaleme aldım. Dürüstlüğüyle, insanlığıyla, sevecenliğiyle, eserleriyle, Kırşehir sevdasıyla örnek olmuş bu Cumhuriyet çocuğunu, bu güzel insanı hatırlayarak… Bizden daha çok haksızlığa uğrayıp bizden daha dik ve daha keyifle hayata baktığını gıptayla izlediğim o müstesna insanı kaybetmenin derin üzüntüsüyle aziz hatırası önünde eğiliyor, Tanrı’dan rahmet diliyorum.
Güzelbahçe, 27 Ekim 2017