Sınıf buz… Çocuklarımın gözlerinde çaresizlik... Benim yüreğimde ateş, yüreğimde kibir. Bana milyonlarca saatmiş gibi gelen bir suskunluk… Birileri konuşsun istiyorum. Birileri konuşsun da dağılsın sınıfa öbeklenen kara bulutlar. Çocuklarımın yüreğindeki nefreti gözlerinden okuyabiliyorum.

         En ön sıradaki siyah saçlı, siyah gözlü Sebahat deliyor bu sessizliği. Yavaş yavaş, ama büyük bir cesaretle deliyor sınıfın kasvetli havasını. Bende umut çiçekleri yeniden dal budak salıyor. Yeniden insana dönüyorum. Sahi, insan mıyım ben?

         “Konuş kızım” diyorum bu sefer yalvarır gibi.

         “Konuş kızım.”

         Sesimin yumuşaklığına ben bile şaşıyorum.

         “Şey öğretmenim” diyor.

         “Recep arkadaşımız…”

         “Kapat konuyu!” diyorum.

         “Kapat konuyu! Ben size malzemesiz gelmeyeceksiniz demedim mi? O da söz dinleseydi.”

         “Recep söz dinler öğretmenim. O karıncayı bile incitmez. Ama…”

         “Âmâsı ne kızım anlatsana!”

         Sebahat boğazını temizliyor. Anlatmaya başlıyor.

         “Öğretmenim” diyor.

         “Recebin annesi, üç ay kadar önce Recepleri bırakıp başka bir adama kaçtı. Babası dayanamadı bu ihanete, Çubuk Gediği’nde kurumuş bir ağaca kendini astı. Recepse direndi öğretmenim… Okul bitsin diye direndi, kış geçsin diye, bahar gelsin diye direndi. Bir kere ağlamadan, bir kere bağırmadan, bir kere gözyaşı dökmeden direndi. Yandı da dumanı tütmedi. Öldü de salasız gömülü verdi damdan bozma evlerinin bahçesine. Bırakın kâğıt, kalem, flüt almayı, Recep belki de günlerdir eve ekmek alamıyor öğretmenim. İki tane de kardeşi var Recep’in...”

         Sebahat sözünü bitiriyor. Yavaşça yerine oturuyor. Ben, gündüz vakti sınıfı karanlıkların bastığını, sınıfın ortasına çığ düştüğünü, Büyük Sahra’da zemheride kutuplarda yangınlarda kaldığımı hissediyorum. Olduğum yerde çakılı kalıyorum. Kımıldasam, yıkılıp düşeceğimden; yıkılıp, düşüp bir daha kalkamayacağımdan korkuyorum. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmiyorum. Sanki milyonlarca saat milyonlarca yıl geçiyor. Ben suskun, ben yorgun, ben bitmiş…

         Kendimi dışarı zor atıyorum.

         Recep, kapının dibine çömelmiş, sırtını duvara yaslamış, öylece oturuyor. O uzun boyu küçülmüş, avuç içi kadar bir et parçasına dönmüş. Karşısına çömeliyorum. Recep yere yere bakıyor. Gözlerinden dökülenler okul koridorunu ıslatıyor. Ben, Recep’in karşısına çömeliyorum çaresizim, suskunum, hiçim…

         Birden bire ağlamaya başlıyorum. Sınıftan duyulması, öğrencilerin görmesi umurum da değil. Ağlama değil bu. Bu başka bir şey… Bu, yavrusunu kaybetmiş bir kuzunun melemesi. Bu, sürüsünü yitirmiş bir kurdun uluması.

         “Recep gözlerime bak! Recep gözlerime bak!”

         “Recep gözlerime bak da affet bu halden bilmezi, affet bu öğretmenini. Yoksa ölüp gideceğim ayaklarının dibinde !”

         Ne kadar ağladığımı bilemiyorum. Recep, oturduğu yerden yavaş yavaş kalkıyor. Şimdi boyu eskisinden daha uzun... .Yanıma geliyor, yanağımdan süzülenleri parmaklarıyla siliyor.

         “Silme Recep! Silme gözlerimden dökülenleri! ”

         Ben de uzanıp onun yanağından dökülenleri siliyorum. Sonra sarılıyorum boynuna. Kim kimi avutuyor, kim kimi teselli ediyor, kim kimin gözyaşlarını siliyor, kim insan, kim öğrenci, kim öğretmen, kim daha fazla yanıyor belli değil. İki acılı, iki çaresiz, iki yalnız, iki yetim yürek karışıyor birbirine. Tek yürek, tek acı, tek çaresizlik oluyoruz. Yetimliğimiz, öksüzlüğümüz karışıyor birbirine.

         Az sonra kendime geliyorum.

         “Hadi Recep” diyorum.

         “Sınıfa.”

         Recep, istemez istemez giriyor sınıfa. Ben ardı sıra gidemiyorum. Sınıfta bana bakacak gözlerin ateşinden korkuyorum. Recep sınıfa giriyor, ben müdürümün yanına atıyorum kendimi. Odaya girer girmez;

       “Bıraktım” diyorum.

       “Derslerin hepsini bıraktım. Bundan sonra hiçbir derse girmeyeceğimim.”

         Müdürüm, her zamanki babacanlığı ile bakıyor gözlerime.

         Neden, diye sormuyor. Bir süre sonra anlatacağımı çok iyi biliyor. İyi de yapıyor, aynı acıyı çekecek takatim yok.

         “Haydi, evine git, biraz dinlen, sonra konuşalım” diyor.

         Ben evime gidiyorum. Gönlüm o kadar yorgun ki uzandığım yerde uyuya kalıyorum. Rüyamda, beyaz bir masa, masanın ortasında kocaman bir kalem, kalemin ucunda uzunca bir ip ve ipin ucuna asılmış sallanan uzun boylu bir çocuk görüyorum. Kan ter içinde uyanıyorum

         Birkaç hafta derslere girmiyorum. Resim dersinin olduğu gün kapı çalıyor. Kapıyı açıyorum. Gelen, Recep. Elinde resim kâğıdı, resim kalemi…

         “Hadi öğretmenim” diyor.

         “Birkaç haftadır resim ve müzik dersimiz boş geçiyor. Küsme bize. Affet beni.”

         Ben, yerin yedi kat dibinde yılan; ben, çarmıhtaki İsa, ben Kerbela'da Hüseyin, ben mancınıkta İbrahim. Kravatımı takıyor Recebimin ardında okul yoluna düşüyorum…

         Bir daha mı? Asla. Bir daha mı? Asla... Bir daha mı?

         Yıllar sonra, İnegöl garajında karşılaşıyoruz Recep’le. Konu dönüp dolaşıp malum konuya geliyor. Recep diliyle dişinin arasında, “Ya hocam Sebahat‘in yanında dövmeyeydin iyiydi” diyor.

         Çocuklarını, umutlarını, varlarını, yoklarını anlatıyor babayiğit Recep. Ben, eşinin adını soruyorum. Gülümsüyor, anlıyorum…

         Ha bir de karakalem resim çiziyormuş ortanca oğlu… Recep benim ellerimden öpüyor, ben Recep’in gözlerini öpmeye kıyamıyorum…

         Gözlerim kan çanağı… (BİTTİ)