Merhum rock müziği sanatçılarımızdan Cem Karaca’nın bir şarkısıydı bugünkü yazımın başlığı…
“Bindik bir alamete gedeyoz gıyamete” diye başlayan ve devam eden şarkı yıllar önce yazılıp, söylenmiş. Sanki bugünleri yaşamış, görmüş gibi…
Şarkının sonlarındaki “Eskiden adam gibi - Oturur meze yerdik - Şimdi meze yer gibi Oturup adam yiyoz gariiee - O zaman siz buna Müstehaksınız len!” ne kadar gerçekçi değil mi?
Kırşehir’de hepimiz şöyle bir bakalım etrafımıza neler yapıyor, neler ediyoruz, nereye gidiyoruz diye…
Neler göreceğiz, neler…
Adam bir resmi kurumda 2 bin 500 lira maaş alıyor, lüks evde oturup, lüks otomobile biniyor. Bir eli yağda, bir eli balda yaşıyor, giyim, kuşam o biçim!
Ya da asgari ücretle çalışıyor, dağın başında oturuyor, dolmuşla gidip geliyor, giyiminden, fiyakasından, pozundan, hiç geri kalmıyor.
Cebinde beş kuruş parası yok, ama modadan, boyadan, ciladan yanından geçilmiyor!
Gıpta ediyor insan!
“Bu yaşamın kaynağı nerden geliyor?” diye hayıflanmadan edemiyor insan.
Sonra duyuyoruz ki piyasayı, ya da bankaları dolandırmış, utanıp sıkılmadan, yemesinden, içmesinden, giyiminden, kuşamından hiç fedakârlık yapmadan, kendisine söylenen kötü sözleri duymadan öylesine mutlu yaşıyor ki, şaşırmamak elde değil.
Bu türlere benim gibiler, “Ayranı yok içmeye taht-ı revanla gider sı…maya” diyoruz.
Yani temel ihtiyaçlarını gidermekten aciz birinin lüks diye tanımlanacak istekler içinde yanıp tutuştuğu, hatta temel gereksinimleri hiçe sayarak lüksün peşinde koştuğu durumlarda söylenen veciz bir atasözüdür.
Bu tipler gerçekten hastalıklı kafalar, vurdum duymazlık içinde bütün uyarılara kulak tıkayarak bildiklerinden şaşmıyorlar ne yazık ki!...
Evet, toplum olarak gerçekten bozulduk ne yazık ki…
Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete…
Kültürde, ahlâkta, ailede yaşanan erozyonlar bizi felakete sürüklüyor, ama ne yazık ki insanlar hatalarından, yanlışlarından ders almadan oradan oraya koşturup gidiyor.
Nedense bu tip insanlar “Sonra ben nerde hata yaptım?” diye kendisine çeki düzen vermiyor, bildiklerinden, huylarından vazgeçmiyor.
Üstelik “hem kel, hem hodul” olan bu tipler deyim yerinde ise kuyruğu dikmeye, diklenmeye devam ediyorlar.
Yazık ediyorlar kendilerine, çevresine, ülkesine ve milletine haberleri yok!
Nice böyle insanlar var Kırşehir’de…
Büyüklerinin, atalarının sözlerini hiç dikkate almadan, girdikleri bataklıktan çıkamayınca çevresine verdikleri zararları bile umursamadan yaşayanlar…
Oysa bunların kırdıkları ceviz haddini aşmış, hem kendilerine, hem de çevrelerine büyük zararlar veriyor.
Bazen öyle kırıp dökerler ki anlatmak mümkün olmaz.
Hani bir söz vardır, "Kırıldığını belli etmeyen insanları üzmeyin. Çünkü onlar sizi kaybetmemek için susar, aptal oldukları için değil."
Bu sözü ben çok severim.
Bazen kırılırsın, içine atarsın. Bir sözle, bir tepki ile kırarlar seni. Olsun. Büyükler ve değer verenler asla aptal değil. Kırmamak için, bin düşünür, bir konuşurlar. Ama yine de düşüncelerini anlatamazlar.
Rahmetli babamla bir arkadaş gibiydik. Annemi genç yaşta kaybettikten sonra 20 yıldan fazla bir süre benim evimde kaldı. Onunla sık sık konuşur, sohbet ederdik.
Onun bir sözü hâlâ kulaklarımda. Babam bir atasözümüzü hatırlatır ve derdi ki,
“Oğlum sen doğru ol, eğri olan belasını bulur” derdi.
Babam yine öğütler verir, yaşadıkları zorlukları ve sıkıntıları anlatır, “Ben sizleri yoklukla, sıkıntıyla büyüttüm. Haram yemedim, siz de haram yemeyin. Dürüst olun, ona buna özenmeyin, çalışın, Allah size verir. Yeter ki kimseyi kırmayın, üzmeyin, kırılmayın, üzülmeyin, mutlu yaşayın, sağlıklı yaşayın. Bizler soğuk taşlar üzerinde oturalım. Uykusuz kalalım. Ama sizler mutlu olun” derdi.
Evet, ben de babamdan aldığım öğütle bunu yapmaya çalıştım. Babamı, annemi hiçbir zaman üzmediğimi düşünüyorum.
Ben de buradan okurlarımıza diyorum ki gelin özellikle büyüklerinizi kırıp üzmeyin. Artık onlar çocuk gibidirler. Sizi sevenleri kırmayın. O sevgi kolay kazanılmıyor.
Ben de artık yaşlandım. Kırşehir’de çok sayıda yaşlı dostum ve arkadaşım var. Onlarla konuşurum, çoğu ya eşinden, ya çocuklarından dertlidirler.
Kimisi komşusundan, kimisi torunundan dert yanan insanlarımız bugün ülkemizin içinde bulunduğu zor ve sıkıntılı süreçten duydukları endişeyi dile getirirler.
Oysa şu üç günlük dünyada birbirimizi kırmaya, dökmeye, kavga etmeye, birbirini üzmeye ve özellikle insanların arasına nifak sokmaya ne gerek var?
Kırşehir’de mutsuz insan manzaraları, parçalanmış aileler, kısır çekişmeler, mutsuzluklara şahit oluyor insanlar.
Dedim ya ne gerek var bunlara? İnsanların huzur ve mutlu bir ortamda yaşamalarından daha güzel ne olabilir ki?
Ama maalesef öyle olmuyor, insanların mutsuzluğundan keyif alanlar, insanların arasına nifak sokanlar çıkıyor ne yazık ki içimizden…
Bir doyumsuzluk var nedense insanoğlunun. Hiçbir şeye şükretmiyorlar. Hiçbir şeye doymuyorlar, kanmıyorlar. Her gördüğünü istiyorlar. Bir özenti içine girmiş insanlar.



İşte yazımın içine iki de karikatür koyarak bu tiplere şükretmelerini öneriyorum. Bu karikatürde görüldüğü gibi sağlıklı bir vatandaşın gözü yükseklerde değil, sadece yalın ayağına ayakkabı isterken, yanına yaklaşan ve ayağı olmayanı görünce neler hissettiğini anlatmaya gerek var mı?
Yani aza şükretmeyi artık bilmeliyiz diyorum.
Birinde gördüğünün, daha iyisinin kendisin de olmasını istemekten vazgeçelim. Çünkü adına özenti dediğimiz bu huy ne yazık ki bizim toplumumuzun en büyük hastalığı haline geldi.
Evindeki mobilya takımını veya halıyı komşununkine benzetmek veya daha güzelini yapmak, satın almak, saçını arkadaşı gibi yapmak, çevresindekilerin aldıklarına, yiyip içtiklerine özenmek, onun gibi giymek, onun gibi son model telefonu almak nedir ki?
Özenti değil de nedir bu?
Bence özenti ve aşağılık duygusu birlikte olduğu zaman taklitçilik de başlar. Yaşadığı toprakların ve toplumun zenginliklerini ve kültürel zenginlikleri ona küçük gelir.
Özenti, aşağılık duygusunda kıskançlık ve çekememezlik yoktur, tam tersine hayranlık vardır, özenti vardır. Ya taklit ederek aynısını veya daha mükemmelini yapma isteği ve arzusu vardır. Tabi bunu yapamazsa insan işte sorun o zaman başlıyor.
Kendisinin elde edemediği veya yapamayacaklarını taklit etme, yaşamını değiştirme isteği aşırı zorlamadır. Aşağılık duygusu olanlarda kişilik bozukluğu yapar, kıskançlığa ve hasetliğe kadar gider bunun ucu…
Bu ülkenin yeni kuşağını iyi yetiştirmemiz lazım, onlara öz güvenlerini kazandıracak atılımlar yapmalıyız. Türk oldukları için, Müslüman oldukları için utanmamaları gerektiğini anlamaları lazım.
En önemlisi şu özentiden gençlerimizi kurtarmamız lazım. Yoksa gidişatımız hiç te iyiye gitmiyor.
Her gün ulusal kanallarda görüyoruz, özentinin sonunda insanların neler yaptıklarını, nasıl çıkmaza girdiklerini, ardından ailelerin parçalandıklarını, cinayetlerin, intiharların nasıl arttığını…
Artık insanlar kendine gelmeli, azla yetinmeli, çokla kudurmamalı.
Herkes gücüne göre hareket etmeli.
Ama görünen köy kılavuz istemiyor, müsriflik, özenti bizi batırıyor haberimiz yok!

***

Biraz da gülelim!

Buzdolabı

2 adam öldükten sonra sorgu için sıra beklerken birbirleri ile sohbet etmeye başlamışlar. Adamlar da öldükleri halleri ile geldikleri için diğeri donmuş bir vaziyette sıra bekleyen adam sormuş. “Sen neden öldün dağcı filan mıydın?” Diğeri iç çekerek “hayır buzdolabında uzun süre kaldığım için dondum. Detaylarını sorma.” Öteki adam de hemen anlatmaya başlamış.
“Ben de işten her zamankinden daha erken eve döndüm karımdan şüpheleniyordum. Eve girer girmez evi talan etmeye başladım. Tüm odalara, dolaplara, hatta mutfak dolaplarına bile baktım hiçbir yerde bulamadım adamı. Ama karımın hareketleri beni şüphelendirmişti. Çatıya çıkmış olabileceğini düşünerek ben de çatıya çıktım. O sırada ayağım kaydı çatıdan aşağıya düştüm. Kırılmadık kemiğim kalmadı ve sonuç burası.”
Diğer adam dayanamamış.
“Keşke buzdolabına baksaydın!

***

Sevdiğim bir söz

“Düşman kör nişancıdır, lakin dost nereden vuracağını iyi bilir”