28 Mart 1977 tarihinde kurulan gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”in 41. yılını kutladık.

28 Mart 1977 tarihinde kurulan gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”in 41. yılını kutladık.
İlimiz yöneticileri, siyasi partilerin başkan ve yöneticileri, sivil toplum kuruluşlarımızın başkanları başta olmak üzere pek çok hemşehrimizden tebrik yağmuru aldık.
Hepsi bizleri, gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”in yayınlarını, seviyeli ve dürüst yayın politikamızdan dolayı kutladılar.
Bundan gurur ve mutluluk duyduğumuzu belirtmek istiyorum.
Gazetemize gelen, telefon ya da e-maille kutlayan, çiçek gönderen bütün hemşehrilerimize ve okurlarımıza yürekten teşekkür ederken, onların sevgi, saygı ve güvenlerini bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da boşa çıkarmayacağımızın sözünü veriyorum kendi adıma, gazetemiz “Kırşehir Çiğdem” adına…
Ben şahsen yıllardır yazdığım binlerce haber ve yorumlarda hiçbir zaman kişi ve kuruluşlara sataşmadım. Ama birileri bu yöne çekmek isteme di mi? Hem de çok.
Dedim ya cevap hakkı doğacak polemikleri sevmiyorum. Ama şunu da özellikle vurgulamak isterim ki bu şehirde gazeteciliğin çıkar odaklı bir araç haline gelmesi utanç verici.
Tehdit veya benzeri bir yol üzerinden para kazanma alışkanlığı gazeteciliğin saygınlığını ortadan kaldırdığı da bir gerçektir.
Halkın doğru haber alma özgürlüğünün yanıltıcı veya abartılı hale gelmesi karşılıklı menfaate dayalı olduğu gerçeğini pekiştiriyor maalesef...
Bu anlayışla sapla-saman birbirine karışmıştır. Reklâm ve haber. Veya abartılı, şişirme yalan haberler. Kişileri öne çıkartılmasına yönelik etik değerlerin ayaklar altına alınması.
Günümüz gazeteciliğinin getirildiği son nokta. Çıkar olan yerde saygınlık yüzeyseldir. Çizgisi olmayan. “Parayı veren düdüğü çalar!” felsefesinin bir parçası olmak gazetecilik değildir. Belki de Türkiye’nin birçok şehrinde de böyle bir anlayış hakimdir kimbilir!
Gazete veya gazetecilik ahlakın mihenk taşıdır. İnsanların haber kaynağıdır. Doğru haberi, kaynağından okuyucuya taşıma sanatıdır.
Şöyle geçmişte Kırşehir’i hatırlıyorum da o yıllarda ekmek ve gazete aynı fileye girerdi. Ekmek nimet ve kutsallığın, gazete saygınlığın, üretmenin haber alanlarının noteriydi. Hemen, hemen her eve ekmek gibi girerdi. Herkes okurdu. Şimdi böyle mi?
Gazetenin ve gazeteciliğin saygınlığı ve güvenilirliği kaldı mı?
Bizim gibi bir avuç dik durmaya, onurlu mesleğimizi sürdürmeye çalışıyor. Gerisi maydonoz, içki masalarında meze!
Maalesef teknolojinin geliştiği bir dönemde önce ekmekler bozuldu, sonra insan…
Gerçekleri saklayarak, birilerinin ahlaksızlığını bilerek korumak veya kollamak, diğerlerinin değerlerine saldırarak yapılan işin adı gazetecilik oldu ne yazık ki.
Bir köşe yazarının saygınlığı yazılarındaki kimliğinde saklıdır. Satın alınabilir olmak saygınlığı bozarken, okunabilir bir gazetede okunan yazar olmak çok önemli.
Doğruların adresi olmak elbette ki bir gazete için çok önemli. Gazetelerin mantığında asparagas haberlerde olabilir.
Gazete toplumsal değerleri hırpalayan bir anlayışa alet olamaz. Olmamalı.
Kırşehir’de şöyle etrafınıza bir bakın. Ne göreceksiniz?
Gazeteler yaşamalı. Gazeteler varlıklarını sürdürmeli. Para da kazanmalı. Bu yolun üzerinde asla şantaj, yalan, iftira, tehdit yazıları olmamalı. Onun bunun oyuncağı haline gelmiş bir anlayışın ürünü olmak çok ta ahlaki değildir.
Günümüzde “okunabilir” gazete olmak çok önemli. Hele hele aranan gazete olmak daha da önemli.
Çok şükür biz bunu başardık. Aranan ve okunan gazeteyiz. Bu bizim onurumuzdur, şerefimizdir.
Kırşehir’de yaşarken bazen kulaklarıma öyle şeyler geliyor ki; yazmamak için sabır taşı olmak gerekir. Önce “dedikodudur” diyor dikkate almıyoruz, sonra doğruluğunu öğrenince Kırşehir’e zarar vermeyelim düşüncesi ile yazmıyoruz. Ama bu dedikodunun muhatapları yüzü kızarmadan Kırşehir’de cirit atıyor, bulunduğu kurumu babalarının çiftliği gibi yönetiyor.
Bu kurumun başındakilere söylüyoruz, uyarıyoruz. Ama nafile…
Çünkü o muhteremler kendini o kadar gizliyor ki…
Neyse bu ayrı bir yazı konusu.
Şimdi Kırşehir’de herkes 16 Nisan referandumuna kilitlendi. Sonuç ne olursa olsun biz ve ben gazete olarak objektif olmak durumundayım. “Evet”çilere de, “Hayır”cılara da eşit mesafedeyim. Çünkü bizim partimiz, pırtımız yok. Benim bir partim var, o da Kırşehir…
İktidardaki partileri, milletvekillerini eleştirince belki birileri bizi muhalefet partisinin temsilcisi gibi görüyor, muhalefettekilerini eleştirince “iktidarın adamı, iktidarın gazeteci” olmakla suçluyor.
Bu mesleğe 40 yılımı verdim. Siyasetçileri, ili yönetenleri eleştirdim. Çünkü Kırşehir için, Kırşehirlilerin menfaati için bunu yaptım,
Ben de başkaları gibi görmezden, duymazdan gelemedim. Her şeyin iyi olmasını, Kırşehir’in iktidarlardan nasibini almasını istedim, durdum…
Şimdi bu iktidarın en güzel hizmetlerinden olan duble yolları, hastanelerde yaratılan onca güzellik ve rahatlıkları desteklerken, gördüğüm yanlışları da görmezden gelip eleştirmemezlik edemezdim, ben de öyle yapıyorum.
Bazen nalına, bazen mıhına vuruyoruz ne yapalım.
Kırşehir’i çevre illerle kıyasladığım zaman Kırşehir’in kaybettiğini dile getirdiğim için bir takım insanlar beni başka partili olmakla itham edebiliyor.
Buradan açıklıyorum: Ben hiçbir partiden değilim. Eskiden de değildim, şimdi de değilim, bundan sonra da olmayacağım.
Benim bir partim var, o da Kırşehir!
Bazen Kırşehnir’in ve Kırşehirlilerin menfaati için yalnız da kalsak, biz inandığımız yolda yürürüz, “Topal Karınca” misali…
Topal Karınca Hacc’a gidiyormuş…
“Yahu bu halinde binlerce kilometreyi aşıp, oraya nasıl varırsın?” diye alay etmişler.
Karınca “Haklısınız, belki oraya varamam. Varamam ama yolunda ölürüm ya. Bu da bana yeter! Benden sonraki oraya varır” demiş.
Bizimkisi de o hesap!
Kafamızda, yolumuzda Kırşehir olunca başka şey gelmiyor aklıma.
Onun için diyorum ki benim bir partim var, o da Kırşehir…
Kırşehir için, Kırşehir’in menfaati için, Kırşehir partisini tutuyorum ve sonsuza kadar destekleyeceğim.

***

Vay Kara Mustafa'm vay!

Kırşehir Ticaret Lisesi’nden sınıf arkadaşım olan, Maliyeci arkadaşım Mustafa Dulkadir, şen şakrak birisidir.
Benim Basın Danışmanım olan kırtasiyeci Ramazan Karabulut’un da kankisi olan, Mustafa Dulkadir’i de iki yıl önce mali danışmanlığa atamıştım. Görevini layıkıyla yapan Mustafa Dulkadir, aslında çok dikkatli bir kişi. Ama nasıl olmuşsa olmuş, bir dalgınlığa kurban gitmiş.
Geçtiğimiz günlerde şehrimizde ayakkabı mağazası bulunan ve adı Mustafa olan bir işyerine giden bizim Kara Mustafa, masanın üzerindeki telefon çalınca, bir bakıyor Seçim Kurulu’ndan Mustafa arıyor. Kendi telefonu sanar ve hemen açar:
- Alo buyurun?
- Nasılsın Mustafa?
- İyiyim, sen nasılsın?
- Ya Mustafa yeni ayakkabıların geldi mi?
-Ne ayakkabısı ya! Ya Mustafa sen yanlış aradın, ben Maliye’den Mustafa..
- Ya kusura bakma ben ayakkabıcı Mustafa’yı aramıştım.
- Ya şu tesadüfe bak ben de ayakkabıcı Mustafa’nın yanındayım.
- İyi o zaman bana Mustafa’yı verir misin?
Bizim Maliyeci Mustafa, telefonu ayakkabıcı Mustafa’ya verir ve Seçim Kurulu’ndaki Mustafa konuşur.
Ayakkabıcı Mustafa konuşması tamamlanınca telefonu bizim Maliyeci Mustafa’ya uzattığı anda, Maliyeci Mustafa’nın ceketindeki telefonu çalar.
“Ya kusura bakma Mustafa, bu senin telefonunmuş, ben kendi telefonum diye açtım!” deyince bizim Maliyeci Mustafa, hiç bozuntuya vermeden basmış kahkahayı…
Şimdi bu olayı duyanlar Mustafa’ya takılıyor, “Ne o? Onun bunun telefonuna sekreterlik yap maya başlamışsın!” diye…
O da kendisini “ya kardeşim telefon benim telefonum aynısı, sesi benim telefonumdaki sesin aynısı. Ne yapayım, dalgınlık işte…”
Ya kardeşim Mustafa bir daha onun bunun telefonuna bakıp, danışmanlığına zarar verme!
Biraz da gülelim!

Maliyeciler geliyor…

Tilki ormanda nefes nefese koşuyormuş; karşısına çıkan kaplumbağa:
- Tilki kardeş ne bu telaş?
"Ormana maliyeciler gelmiş" der tilki. Şimdi bir bakarlar ben de kürk, hanımda kürk, çocuklarda kürk.
Bu nu duyan kaplumbağa telaşla ve maksimum hızıyla yürümeye başlamış… Onu gören leylek:
-Hayırdır kaplumbağa kardeş ne bu acelen?
"Maliyeciler ormanda" demiş kaplumbağa… Şimdi görürseler; bende ev, hanımda ev, çocuklarda ev... Dünyanın vergisini alırlar..
Leylek te hemen uçmaya ve kaçmaya başlamış... Ağaçların üzerinde iken bir maymun seslenmiş:
-Leylek kardeş ve var? Çok telaşlısın…
-Vergi memurları ceza yazıyormuş, demiş leylek; bende yazlık, hanımda yazlık, çocuklarda yazlık..
Bunu duyan maymun bağırarak ağaçtan ağaca sıçramaya başlamış... Sonra bir an durmuş. Ulen demiş ben niye kaçıyorum ki.. Benim kıçım açık, hanımın kıçı açık, çocuklarınki de açık..!

Sevdiğim bir söz

“İkiyüzlülük çift taraflı kesen bir kılıca benzer, bir tarafı aldattığı insanı keserken, diğer tarafı sahibini keser.” Cervantes