ali-akdogan

Burası Türklüğün Şeref Meydanı…

Kırşehir'in ismi ile ilgili tartışma yaşandı. Gülşehri mi, Kırşehir mi? İsim değiştirince şehrimizde yeni iş olanakları yaratılacak ise bugünden tezi yok  değiştirelim. Hızlı trene kavuşacak isek, ekonomik ve teknolojik cazibe merkezi olacak isek hiç sorun değil, değiştirelim. Ama yine kısır bir tartışmanın ortasındayız.
Daha önce yazmıştım bu öyküyü. Ülkemizde ve ilimizdeki isim tartışmaları nedeniyle yeniden paylaşmak istedim. Doksanlı yıllardı...
Bingöl’den Muş’a giderken, Solhan’a gelmeden, meşe örtülü tepelerin arasında, kendinizi birden bire bir düzlüğün ortasında bulursunuz. Bir kenarından şırıl, şırıl bir dere akar. Düzlüğün sonunda, Solhan istikametinde, sol tarafta, ağaçların arasına gizlenmiş şirin bir köy görürsünüz. Biraz ileride yolun bir boğaza girdiği yerde, sağ tarafta yeni yapım bir karakol binası, sol tarafta, karakolun karşısına düşen bir yerde bir şehitlik sizi karşılar.
Şerefmeydanı Köyü, Şerefmeydanı Karakolu, Şerefmeydanı Şehitliği…
Yıllar önce, 1994 yılıydı, henüz jandarma karakolu yolun solunda, aşağısında, köye daha yakın bir noktada iken, bu bölgede görevliydim. Yolun sağında, yeni jandarma karakolu inşaatı devam ediyordu. O dönemin ihtiyaçları nedeniyle, Şehitliğin biraz önünde, yakınında bir kontrol noktamız vardı, onun karşısında da köyün kahvesi.
Göreve yeni başladığım günlerdi. Öğlen sıcağında, kahvenin çardağı altında gölgelenen, ama yine de sıcaktan bunalmış birkaç kişinin yanına vardım. Yanlarına çömeldim. Konuştuk oradan, buradan. Güzel yurdumun güzel insanları, o günlerin tüm sıkıntılı, tüm karmaşık ortamına rağmen, kavruk yüzlerinin kararmışlığına inat, ışıl ışıl gözleriyle beni karşıladılar. Yüreklerindeki sıkıntıları benimle paylaştılar. Başlarında dönen bela, ne hayvancılık yapmalarına, ne ormancılık yapmalarına olanak vermiyordu. Kazançları daralmıştı. Söz döndü, dolaştı. Şerefmeydanı’na geldi.
Merakımı yenemedim ve sormadan edemedim; “Neden Şerefmeydanı?”
İçlerinden bir yaşlı adam söze atıldı;
“- Büyüklerimiz anlatırdı. Yıllar, yıllar önce, Rus Ağrı’yı almış, Bitlis’i, Muş’u, Bingöl’ü düşürmenin peşinde. Kiğı, Karlıova, Solhan taraflarında çatışmalar oluyor. Bizim köyün yamacında, aha buralarda askeriye hastane kurmuş. Cepheden gelen yaralılar tedavi ediliyor. İyileşenler cepheye geri gönderiliyor, fakat bazıları ruhunu burada teslim ediyor, şehit oluyorlar. Onları da köyün karşı yamaçlarına gömüyorlar.”
“- Şu karakol inşaatının ardındaki yamaçlar mı?
“- Evet ağam. Bu bölgede birçok yere bu şehit evlatlarımız gömülüyor.”
Çayından bir yudum içerken, merakla dinleniyor olmanın verdiği haz ile devam etti anlatmaya yaşlı adam;
“- Bir gün diyorlar ki, Mustafa Kemal Paşa gelecek. Bu milletin en hayırlı evladı, Mustafa Kemal Paşa geliyor. Hastaneyi dolaşıyor. Yaralıları görüyor, hallerini, hatırlarını soruyor. Onlarla sohbet ediyor.”
“- Evet, evet. Mustafa Kemal Paşa, Çanakkale’deki başarılarından ve kahramanlıklarından sonra, bazıları onun İstanbul’a gelmesini istemiyor. Bu bölgede görevlendiriliyor. Generalliği de, geciktirilerek, bu bölgedeyken veriliyor. Doğu Anadolu’yu işgale heveslenen Ruslara karşı, Bingöl-Muş-Bitlis muharebelerini yönetiyor.
“- Bu bölgedeki şehit mezarlarını da ziyaret eden Paşa, kendisine eşlik edenlere burasının neresi olduğunu soruyor. Aha, bu meydan şimdi de eşek dolu, o zamanlar belki daha fazla idi. Diyorlar ki; “- Eşek meydanı burası…”
Yaşlı adam, soluklanıyor, çayından bir yudum alıyor, biraz duygulu, biraz gergin, ama daha önemlisi gururla;
“- Atatürk kızmış bunu duyunca. Celallenmiş. Demiş ki; “Böyle şey olur mu? Bu meydanda, gencecik evlatlarımızın ruhlarını teslim ettiği bu vatan parçasında, bunu kabul etmek mümkün müdür? Burası Türklüğün Şerefmeydanı’dır, demiş.”
Heyecanını, duygularını dizginlemek için soluklandı ihtiyar;
-“O gün, bugün burası Türklüğün Şerefmeydanı…”
Bunları söylerken gururla gözlerime bakıyordu. Yanaklarından süzülen iki damla yaşa aldırmadan…
Gazeteyi açtığımda, gördüğüm haber, yıllar öncesinin sisleri arasında bu olayı, yaşlı adamı, Şerefmeydanı’nı hatırlattı bana. “Tunceli’nin ismini değiştirmek yetmez, Diyarbakır’ın, Şanlıurfa’nın, Batman’ın isimleri de değiştirilmeli…” imiş.
Konstantinapolis'i İstanbul yapmışız ama Adrianopolis Edirne, Kayzerin şehri Kayseri olarak devam ediyor. Hılla, Kındam, Şelbe ile Değirmenderesi, Dinekbağı, Özbağ aynı kentte bir arada yaşayamıyor mu? Bunları kaşımak emperyalist projelere çanak tutmaktan öte bir anlam taşımıyor biraz düşününce. Kime ne faydası var?
Yerlerin isimlerini bir gerekçe olmadan değiştirmek, dün de yanlıştı bugün de yanlış. Hele bu varsayılan gerekçe terörü aklamak, siyaset yapmak veya oy kazanmak ise daha da yanlış. Ama unuttuğumuz bir şeyleri herhalde hatırlıyor olmalıyız; dün Arap çöllerinde karnımızı deşen hançeri kim, kimin için elinde tutuyorsa, bugünde aynı azmettiricinin yönlendirdiği eller tarafından hançerleniyoruz.
Ne yani, birileri kendini tatmin etsin diye, “şeref”in yerine eşeği mi kabul edin diyeceğiz insanlara? Şerefmeydanları Eşekmeydanları mı olacak? Tarihimize, kültürümüze, millî değerlerimize ve insanımıza bu kadar mı yabancılaştırıldık?
Toplumumuzun genleriyle kim oynadı? Kimin mühendisliğiyle, kimin önderliğinde oldu bunlar? Kimin eliyle, söyleyebilir misiniz?
Dilinizin ucunda, ama söyleyemiyorsunuz, değil mi?
Bu sosyal mühendisliği yöneten emperyalist heves ve hırslara yenik mi düşecek akl-ı selim?
Yüzyıl önce en tükenmiş haliyle “tek dişi kalmış sömürgeci zihniyet ve köleleri”nin boğamadığı milleti ayaklar altına almak bu denli kolay mı?

Ali Akdoğan
İzmir, 3 Ocak 2015


****

Ağrı Lalesinin Azmi

Kırşehir’de lalemiz yok, günnasırımız var.
Kırşehir tarihte gül şehir idi, güllerle dolu bir kentti.
Şimdi gül ithal eden bir Kırşehir olduk ayrı bir hikaye!
Aylardan Mayıstı.
Ağrı’da çetin geçen kış sonrası, doğanın beyazdan yeşile koşturduğu günlerdi.
Ağrı’nın güzel köylerinden birisi, Kalender Köyü. Şehir Merkezine yarım saat mesafede bir köy.
Doğanın koynunda yeşil mi, yeşil, güzel mi güzel bir yerleşim.
Eriyen karın altından fışkıran, boy atan yeşil filizler, geniş gökyüzünün maviliğiyle yeşili yarıştırıyor.
Uçsuz bucaksız yeşillik, uçsuz bucaksız tarlalar.
Laleleri fark ettim tarlaların içinde.
Bazı tarlalar yeşile inat, kıpkırmızı idi.
Sordum birlikte yolculuk ettiğimiz köylüme;”Arkadaş bunlar ne?” diye.
Şaşkın, şaşkın bir bana bir lalelere bakan adam, yanıt vermekte zorlandı; “Papatya ağam, papatya…” dedi, mahcup bir ifadeyle ve fısıldarcasına.
Güldüm, sıkılmış bakan gözlerine bakarak dedim ki; “Bu laledir.”
“Vatanı Anadolu’dur.”
“Bingöl’de, Muş’ta ve Ağrı’da, yani Murat havzasında yaygın ve doğal şekilde bulunur.”
Ama beni daha çok şaşırtan bir şey vardı.
Laleler sürülmüş ve ekili olduğu belli olan tarlalarda daha bir yoğundu.
“Neden, kırk, elli santim derinliğe kadar sürülmüş tarlalarda, lale soğanı zarar germemişti. Belki bundan daha derinde idi soğanı. Ama bu nasıl olabilirdi?”
Merak ettim
“Kazabilir miyiz?” dedim
Kürek bulduk, kazma bulduk, kazdık.
Beş santim, on santim, yirmi santim, kırk santim, yetmiş santim…
Kan ter içinde kalmıştık.
Kazdığımız yer koca bir çukur olmuştu neredeyse.
Kırmızı lale, on santim yeşil yapraklı bir sap, yetmiş santim beyaz bir boru.
Sonra yerin yetmiş santim altında, fasulye kadar, minicik bir lale soğanı…
Ağrı’nın dondurucu soğuğundan korunmak için, toprağın don seviyesinin altına kaçmayı becererek, kendini korumuş ve varlığını sürdürmüş.
Tarlayı istediğiniz kadar derin sürün, lale soğanına zarar veremiyorsunuz.
Şaşırtıcı bir doğa olayı.
Dünyada başka bir örneği var mı, bilemiyorum.

Bundan bir hafta sonra Yukarı Küpkıran Köyüne gittim.
Köylü şikayetçiydi.
“Bu kış kar az yağdı, ondan herhalde” dedi birisi, “Sularımız dondu.”
Bir başkası atıldı : “Yok dedi müteahhit işçilikten çaldı, boruları otuz santime döşedi.”
Ben Kalender Köyündeki lale hikayesini hatırladım, etrafıma toplanmış, merakla dinleyen insanlara laleleri anlattım;
“- Ne çalımından yanına yaklaşılamayan müteahhidimiz, ne ilim, irfan sahibi mühendisimiz, ne de her işte aklı evvel davranan köylümüz. Bir lale soğanı bile bizlerden akıllı, bilinçli davranıyor.”
“-…?”
“- Kendini korumak için don seviyesinin altına kendini saklamayı lale akıl ediyor. Sizler otuz santimde su borusunun donacağını düşünmüyorsunuz.”

Ağrı’nın birçok şeyine hayran kaldım.
Bunların başında Ağrı lalesi geliyor, Ağrı lalesine hayran kaldım.
Minicik bir lale soğanının akıllılığını her önüme gelene anlatıyorum.
Onun, azmini, iradesini, çabasını, doğaya kafa tutuşunu.
Kendi boyunun yetmiş misli kalınlıktaki toprak tabakasını nasıl inatla ve ısrarla delmeye çalıştığını ve bunu başardığına inanamıyorum.
Ufacık lale soğanı bana daha bir yakın.
Daha bir anlamlı geliyor.
Daha saygı değer olduğunu söylüyorum kendi kendime.
Çevremdeki insanların en küçük bir güçlükte sıraladıkları mazeretleri düşünüyorum.
Ağrı lalesinin başardığına, ağzım açık kalıyor hayranlıktan.
Minicik lale soğanından, Ağrı lalesinden öğreneceğimiz bir şeyler olmalı.
Varlığını sürdürmesinin altındaki mucizeyi anlayabilirsek, tabiî ki.
En çaresiz anlarda bile, çarenin bizde olduğunu anlayabilirsek.
Hacı Bektaşî Veli'nin bir deyişinde olduğu gibi;
“Hararet nardadır, sacda değildir,
Marifet baştadır, taçta değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Mekke'de, Kudus'te, Hacda değildir…”
Ali AKDOĞAN
16 Mayıs 2008

 

***

Musalla

2014 yılını uğurlamaya hazırlanırken, Kırşehir bir yılda ne kazandı, ne kaybetti diye yorumlamak isterdim. Ama Kırşehir’in kazançtan çok kaybettikleri öne çıkınca yazmaya gerekmedim. Çünkü Kırşehir hiçbir şey kazanamadığı için kaybetmeye devam etmiştir.
Kırşehir’de kimsenin gündeminde bu durum yok. Ülkeyi idare edenlerin boş lâflarıyla herkesin gündemi farklı…
Günümüzde bir musalla çılgınlığıdır gidiyor. Sağa musalla, sola musalla, boş bulunan her yere musalla. Bazıları hızını alamadı, “her üniversiteye bir musalla” deyiverdi. Az gelişmişliğimizin temel sonuçlarından birisidir bu. Sorunlarınızı “fıtrat” yalanları çözemezse, “musalla” çözer. Üniversitelerimize kütüphane kurmayı akıl edemeyen bilim adamları musalla ile körpecik beyinlerin bilim hevesini tabutlamayı düşünmüş olmalılar.
Bizler Cumhuriyetin olanakları ile Türkiye'yi ve dünyayı görme ve anlama olanaklarını bulmuş ve kullanmış insanlarız. Sesimiz çok cılız da çıksa, çeşitli aşağılamalar ile karşılaşsak da Anadolu Bozkırı'nda gerçeği haykırmayı bizden öncekiler gibi görev biliyoruz. Bu herşeyden önce bizi yetiştiren topluma, Cumhuriyetin aydın önderlerine ve öğretmenlerine borcumuzdur.
Bizim bilim adamları akademik bağımsızlığı yok etmeye programlı “yök” olmak üzere, bir hükümet üyesinin dediği üzere “Müslümanlardan icat çıkmaz” inancında olmalılar ki, bu dünyanın sorunlarıyla uğraşmaktansa öbür dünyayı kestirmeden kazanma yolunu işaret ediyorlar. Talihsizliğimiz, bahtsızlığımız bu bizim...
Görevde iken kendi insanımıza, eğitim sistemimize, kurumlarımıza inanmış ve güvenmiştik. Bu kararlılıkla uğraş vermiştik. Bir çok örneğini zaman içerisinde paylaşacağım elbette ama güncel bir örnek vermek istiyorum.
Envanterimizde bulunan bir çok platformu, aracı kendi üreteceğimiz görev bilgisayarıyla kullanabilmek 1990'lı yıllarda hayalimizdi. Görev bilgisayarını bugün insanlara anlatmak kolay. Evdeki çamaşır makinanıza kirlileri doldurup istenilen programa ayarlayıp istediğiniz bir zamanda yıkamak için kullandığınız sistemlerin zirvesi. Evde olmasanız bile akıllı telefon ile bu işlemlerin hepsini, hatta “akıllı” bir evde oturuyorsanız, evin içindeki bir çok işi uzaktan yapabilmenizi sağlayan bir görevli bilgisayar... Yirmi yıl öncesinin yöneticilerine ya da bugün yirmi yıl öncesinin kafası ile yaşayanlara bunları anlatmanın zorluğunu anlatmama gerek yok sanırım.
Görev bilgisayarı üretmek ve kullanmak çabamıza dışarıdan ilk tepki, doğal olarak “stratejik müttefikimiz(?)”den geldi. Yetkilileri onlardan aldığımız/alacağımız platformlarda veya araçlarda onların onayladığı sistemler dışında bir şey kullanamayacağımızı ısrarla söylüyorlardı. Vazgeçmedik.
Teknolojiyi takip etmek ve güncel teknolojilerle donanmış araçları kullanıma sunmak ile görevli olanların önündeki sorun sadece bu değildi. Her aşamada, her seviyede herkes “yorguna yokuşu gösteriyordu”. Sanayileşmiş ülkelerin pazar kaygısının ülkemizdeki temsilcilerinin özellikle siyaset veya karar organları üzerindeki etkileri ve ayak oyunları başlı başına bir kaç roman konusudur. Direndik.
Geleceğin teknolojilerini incelediğinizde araçların insansız olması veya insanın yapacağı işleri robotların/güdülebilen araç/sistemlerin yapılmasının hedeflendiğini görmek için Aynştayn olmaya gerek yoktu. Bu akıllı sistemlerin beyin işlevlerini yapabilmesi için “görev bilgisayarları” çekirdek yetenekti. Yapabilirdik, inandık.
Görev bilgisayarı bu araçları, sistemleri, platformları uzaktan yönetmek veya yapacağı işleri önceden programlamak yeteneğini kazanmak demekti ve yaşamsal önem taşımaktaydı. Böyle bir araştırmanın yapılabilmesinin ve görev bilgisayarı prototipinin yapılabilmesinin bir de maliyet, zaman ve kendini henüz ispat edememiş savunma sektörü gibi sorunları da vardı tabii ki... Yılmadık, çabaladık.
Bu önemli proje on milyon dolarlık ödenek tahsisi ile Türk araştırmacı, mühendis, teknisyen ve işçilerinin örnek çabaları ile TSK Güçlendirme Vakfı şirketleri ile TUBİTAK'ın uyumlu çalışmaları sonucunda gerçekleştirildi.
Bugün uçan, yürüyen, yüzen birçok platform/araç/sistemde millî olarak ürettiğimiz görev bilgisayarı kullanılmakta. Görevini yapmış olmanın huzuru ile bir kenardan kıvançla izledik.
Uzun bir öykü. Belki bir gün daha fazla ayrıntı paylaşırım. Ama bu örnek bu ülkede istenirse güzel işler yapılacağının son on yıldaki örneklerinden birisidir. Milyar dolarları topraklara gömen siyasetçilerin ülkesinde bunun yüzlercesi yapılabilirdi. Ama hacının, hocanın, yüklenicinin, taşaronun elinde dünyada ve ahirette “mekan” hevesine gitti, gidiyor o milyar dolarlar... Araştırmaya, geliştirmeye, teknolojiye, doğal olarak bunların temel çıkış noktası eğitime çağdaş bir bakış açımız yok. Dolayısıyla dün kaybetmiştik, bugün kaybediyoruz, yarın bu yarışta hiç olamayacağız endişesindeyim.
Geleceğin teknolojilerinin ne olacağı konusunda merakınız var mı, bilemiyorum. Dünyanın tüm ülkeleri bu alanda yer kapabilmek için çılgınlarca bir çabanın içerisinde. Ama bu ülkeyi yönetenlerin “fıtratları”nda bu ülkelerle teknoloji üzerinden yarışmak yok. Bilişimin başındaki bakanın “uğraşmayın, kafayı sıyırttırırsınız, alın kullanın, gerisine karışmayın” kolaycılığı hâlâ oralarda bir yerlerde duruyor, takoz gibi...
Bilgiçlik taslamak için değil öğrendiklerimi paylaşmak adına bir kaç dünyevi gelişmeyi aktarmak istiyorum. Printırda (baskı makinasında) insan kulağı basıldığı ya da bir yolcu uçağını üretmek için baskı makinası yapıldığını bildiğinizi varsayarak geleceğe damgasını vuracak on önemli maddeyi dikkatinize getirmek istiyorum.
Grafen; bu zamana kadar ölçülen en güçlü, bildiğimiz en katı madde. Bir gramı ağırlığına oranla yüzey alanı bir kaç futbol sahasını kapsayacak büyüklükte. Aynı zamanda aşırı ince yapısının sağladığı elektriksel nitelikler var. Başlatıcılar (starter) için oldukça kullanışlı bir iletken. Grafen patenti almak için elektronik devi şirketler sırada.
Şekil değiştirebilen sıvı metaller; bünyelerinde manyetit ya da hematitlerin mikroskobik ölçekteki parçacıklarını ya da demir içeren bazı başka bileşikleri sıvı olarak içinde ayrıştırılmış şekilde taşıyorlar. Demir oksit nano parçacıkları taşıyan ferro akışkanlar üzerinde kanser tedavisinde kullanmak için araştırma yapılıyor.
Silisen; grafenin silikon dengi bir madde. Çok iletken bir madde. Elektronlar neredeyse hiçbir engele takılmadan içinden geçebiliyor. Bilgisayar işlemlerinin hızlı yapılması ve dengi olan grafene göre daha az enerji kaybı sağlıyor. Akıllı telefonları hızlı şarj etmede de kullanılacak...
Altın nanoparçacıklar; ölümcül durumlar içeren HIV virüsü, yani AIDS testleri gibi yeni testlerde kullanılabilir. Bu parçacıklar mevcut testlerden daha duyarlı sonuçlar veriyor.
Saniyede 360 metre hızla giden bir kurşunu durdurabilen bir madde düşünün. Bu madde 3 cm.den biraz daha kalın olsun. Böyle bir madde poliüretan balistik yeleklerde veya bir uzay aracının, bir uydunun dış yüzeyinde kullanılmak, uzay çöplerini yok etmek için araştırılıyor.
Metamaddeler; karmaşık yapıları nedeniyle doğadaki maddelerde bulunmayan nitelikleri taşıyacaklar. Işığın doğal olmayan yollardan bükülmesini sağlamak bu maddeler aracılığıyla gerçekleşecek. Askerî veya sivil alanda çok sayıda kullanım alanı bulunabilecek görünmez “koruyucu yelek” üretmek hedefleniyor. Eğer ışığın bükülerek bir nesnenin etrafından dolaşması başarılırsa bir nesne, bir uçak ya da bir insan “görünmez” kılınabilir.
Programlanabilir maddeler; şekil değiştiren ürünleri hayatımıza sokabilir. Örneğin bir tornavidanın İngiliz anahtarına dönüştüğünü düşünün. Şekil hafızalı alaşımlar son derece ince elektronik devre kartları ile kaplanarak, bu kartların alaşımlara önceden belirlenmiş şekle bürünmeleri için ısı vermesi sağlanacak, alaşım öngörülen şekle dönüşebilecek.
Bakteri sporlarını betonla karıştırarak üretilen maddeler ile köprülerin, binaların ve yolların ömrünün yüzde kırk uzatmak amaçlanıyor. Bu tür bir beton “kendisini onarma özelliği” dolayısıyla daha uzun ömürlü. Bakteri sporları çatlak oluştuğunda aktifleşerek kalsiyum karbonat takviyesi sağlıyor. Küçük çaplı çatlaklar kendiliğinden yok ediliyor.
Polimerlerin sünger biçimli ağları olarak üretilen Hidrojeller; oldukça emici bir madde ortaya çıkarıyor. Suda kendi kütlelerinin yüz katını emebiliyorlar. Kontak lenslerde, EEG kalp monitörlerinde, ölçüm yapmayı sağlayan bedene yapıştırılan aygıtlarda kullanılacak. İlaç enjekte edilmiş bir jel yarayı tam anlamıyla kapatacak ve dolduracak şekilde dokuya yerleştirilebilecek. Elektronik alanda su ile etkinleştirilen şalter olarak kullanılabilecek.
Endüstriyel çözücüler içinde iyonik sıvılar; duman çıkarmıyor, daha az tehlikeli ve kirletici. Bu nedenle düşük maliyetler ile güneş pilleri gibi şarj taşıyıcı sıvılar barındıran araçlarda kullanılacak.  İyonik sıvıların ullanım alanlarının oldukça geniş olması beklenmekte.
Bu konularla uğraşan ülkelerin eğitime, araştırmaya, geliştirmeye, teknolojiye olan hevesleri karşılıksız kalmamıştır, kalmayacaktır. Uygarlık, elbette hasılası uzun sürede alınacak işlerle uğraşmaktır. Bunu yapanlar yarını kazanmaktalar... Ya biz diye sormayan milletlerin safındaki bizleri de hüsran beklemektedir.
Evet, kısacası biz bilimi, eğitimi “musalla taşı”na yatırmış iken inanç üzerinden aşağıladığımız birilerinin nallarını toplamaya devam edeceğiz. Bu karşılaştırmayı, eğitimde çağı yakalamak yerine anlamsız işler yapıp bundan bir büyüklenme vesilesi yaratanları anlamanıza yardımcı olmak üzere yapma gereğini hissettim.
Yarın bu millet esaret ve sefalet ile musalla taşına düşmeden Atatürk'ün Nutuk'ta yüzümüze haykırdığı "Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüce bir sosyal toplum hâlinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder" sözünü bir kez daha bu vesile ile hatırlatayım istedim.
Ben bu yazıyla uğraşırken millî eğitimi çağdaşlaştırmak yerine dinî eğitimin dar kalıplarına sokmaya çalışanların şeytanın aklına gelmeyecek işlerini irkilerek izliyoruz.Yokuşta freni boşalmış bir kamyondayız hissini yine yaşıyoruz. Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete.
Haydi hayırlısı...

***

Padişah

Soma'daki yıkımın yaraları sarılmamışken Ermenek'te yeni bir felaket ile karşı karşıya kaldık. Sorumlu bakanlıkların sorumluluklarını başka adreslere göndermeye çalışmaları yürek yakan bir basiretsizlik. Bir de üstelik “genelge yayımlayarak önlem alınmasını istedikleri” yönünde açıklamaları evlere şenlik! Yıllardır yaptığımız yöneticilik bizlere “buyuran ağız yorulmaz” ise, yani söylediklerinin yerine getirilip getirilmediği denetlenmediği sürece daha fazla bedel ödeneceği idi.
Genelge kolaycılığı yeni bir kaçış yöntemi değil. “Fıtrat” gerekçesi kabak tadı vermeye başlayınca akla gelen eski bir memur uyanıklığı...
Tıpkı ahlaksızlığın zirve yaptığı bir inanmışlar ülkesinde henüz ahlaksızlık yapmamış çocuklara “zorunlu ahlak desi koymak” gibi bir kolaycılık. Zorunlu din dersi verdiklerinizi bırakın imam hatip mezunlarının isimleri rüşvet, zimmet gibi “yüz kızartıcı suçlar” ile anılırken şaka gibi bir girişim... Buyuran ağız yorulmuyor. Habire buyuruyor. Yahu bir de dön bak, ne dedim, ne yapılıyor diye. Görevini yapmayanlar yüzünden insanlar ölmesinler. Azıcık çaba lütfen...

1924 yılı Eylül ayında Erzurum ve Pasinler’de yaşanan depremde birçok köy etkilenmişti. Gazi Mustafa Kemal zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gitmişti. Vatandaşların dertlerini dinleyen Atatürk ihtiyar bir köylüye:
-“Depremden çok zarar gördünüz mü, baba?” diye sordu.
Gazi, ihtiyarın şüphe ettiğini görünce, tekrar sordu:
-“Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?”
İhtiyar adam yüzyılların ihmal edilmişliği ile bezgin:
-“Valle pedişeh bilir” dedi.
Gazi gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
-“Baba, padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım, zararın ne?”
-“Padişeh bilir...” diye yineledi ihtiyar ürkek bir sesle.
Bu yanıt karşısında kaşları çatılan Gazi, Kaymakama döndü:
-“Siz Cumhuriyeti halka anlatmamışsınız” dedi.
Bu sırada görevini yapmış insanlara özgü bir özgüven ile ortaya atılan yazı işleri müdürü Gazi’ye:
-“Köylere, muhtarlara genelge yolladık Paşam” dedi.
Gazi’nin fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:
-“Oğlum, devrim genelgeyle olamaz!”
O günün sınırlı ulaşım olanaklarına karşın Gazi Mustafa Kemal Hasankale'den sonra Köprüköy, Yağan, Emrekom, Mindivan, Komasor, Döllek köylerine de gitmişti.

Yaklaşık altmış yıl sonra, 30 Ekim 1983'te Pasinler yine depremin korkunç yüzü ile karşılaştı. Bu defa merkez üssü Köprüköy olmak üzere 6,9 şiddetinde bir deprem yaşanmıştı. 1155 vatandaşımızın hayatını kaybettiği ve üçbinin üzerinde binanın hasar gördüğü deprem bölgesine ilk giden görevlilerden birisiydim.
Köprüköy nahiyesine bağlı köylerden birisinde yüz yaşının üzerinde bir dede ile tanışmıştım. Dinç ve sağlıklı görünüyordu. Ben sormuştum, o hayat hikayesini bizler ile paylaşmıştı. Bazan hüzünlenerek, bazan sevinerek, kah çoşkuyla, kah iç çekerek saatlerce konuşmuştu bizlerle.
93 Harbine (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) katılmış, esir düşmüş, uzun yıllar Rusya'da yaşamıştı. Savaşta, Rusya'da yaşadıklarını büyük bir heves ile anlatmıştı adamcağız. Abdülhamit döneminde İstanbul'da yaşananlardan bihaber olsa da Doğu Cephesinde yaşadıklarını büyük bir heyecanla anlatmıştı. Orada evlenmiş, çocuk sahibi olmuştu.
Bu yaşlı çınar Sovyet Devrimi sırasında yaşanan karışıklıklar sonrasında Türkiye'ye, köyüne dönmüştü.
Türkiye'ye döndükten sonra evlenmiş, barklanmış, çoluk, çocuk sahibi olmuştu.
Bizi babası ile tanışmamız için yol gösteren oğlu altmış yaşın üstünde idi.
O günün Türkiyesinde televizyon var ama yayınları her yerde yok, olsa da her evde televizyon yok. Gazete var ama Pasinler'de biz gazeteyi bir gün sonra alabiliyoruz. Telefon derseniz, Kırşehir ile görüşebilmek yarım günlük bir mesai gerektiriyordu o yıllarda... Vatandaşın devlete, devletin vatandaşa ulaşmasının
- “Allah padişahımıza zeval vermesin.” diye söze başlayan ihtiyarı dinlerken devletin başındakilerine “padişah” yakıştırmasını yaşlılığına, yaşadıklarına vermiştim. Bir de yukarıdaki Atatürk'e “valla padişah bilir” diyen Pasinlerli vatandaşı hatırlamıştım.

Yıllar geçti. Yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde Cumhuriyete saldırıları, karalamaları şaşkınlıkla izliyoruz. İstanbul'un göbeğinde “padişahım çok yaşa” diyen seçmenlere “Allah akıl versin” demekten kendimizi alamıyoruz ve Atatürk'ün “Cumhuriyet genelge ile anlatılmaz” uyarısını hatırlıyoruz.

Cumhuriyeti genelge ile anlatamamış olduğumuzu 90 yıl sonra hüzünle görüyoruz. Siz de sadece genelge göndererek ülkeyi barış, huzur ve refaha ulaştıramayacağınız anlayın ey ülkeyi yönetenler. Hele körpe beyinlerin, çocukların önünde yanlışı, yalanı, dolanı meslek edilmiş onca örnek varken “zorunlu” ders uydurarak vatandaşa “ahlak ayarı” veremezsiniz.

+++++++++++++

Güz

Eylül’ün hüznünü Şevket Güner yazmıştı geçen yıl.
Gün batımındaki duyduğumuz hüzne benzer duygular ile başladığımız sonbahar, Eylül’de böyle bir duygu sağanağı yaratır nedense. Bunu sağlayan biz ve sonraki yaştakilerin (artık nedense “yaşlılar” demeye dilim varmıyor) doğal karamsarlığı, sanırım.
Bir de şarkılar, türküler işler beynimize sonbahar nostaljisini ve hüznünü.
Sararan yapraklar, soğuyan hava, yapraklara düşen çiğ, kısalan gündüz, uzayan gece ile bir yılın bittiğini müjdeleyen bir dizi değişiklik de bunun tuzu biberi sanki. Sonbahar, sanki son keyifleri yaşamanın burukluğu ile damaklarımızdan kayıp gidiyor. Bu duyguyu artık daha keskin yaşıyorum nedense?
Çocukluk anılarımızdaki her şey gibi sonbahar da farklıydı.
Bir kere çocukluğumuzda sonbahar değil, “güz” idi yaşadığımız. Bu nedenle olsa gerek, bir “son”a erme duygusu yaşatmazdı bize.
Yazın göz açtırmayan sıcak günleri yerini, dışarıda daha fazla zaman geçirebildiğimiz serin günlere yerini bırakırdı. (Gerçi Karabacak’ta, amcamın aşağı bahçedeki bağ evinde, geceleri yazın bile yorgansız yatabildiğimizi hatırlamıyorum ama…)
Yazın ıssızlaşmış sokağımız yeniden kalabalıklaşırdı.
Yaz tatilini Kırşehir dışında geçirme bahtiyarlığına eren mahalle arkadaşlarımız dönerlerdi.
Özbağ, Çaydeğirmeni, Karabacak, Kuyubaşı, İkizarası, Büngüldek, Üçgöz, Değirmenderesi, Kındam, Üçgöz Dinekbağı’nda bağı, bahçesi olanlar, mahallede boy göstermeye başlarlardı.
Mahalleye dönen her çocuğun anlatacak onlarca anısı, heyecanlı maceraları vardı. Onlar anlatmaya biz dinlemeye doyamazdık.
O yaşlarda ismini duyup ta, henüz görmemiş olduğumuz “deniz” maceralarında bir başka meraklanırdık. Kılıçözü’nün bugün yok olmuş mendereslerindeki girdaplardan daha derin suları rüyalarımıza taşırdı abartılı anlatımlar. Anlatılan o sonsuz maviliği yaşayanlara ve anlattıklarına gıpta etmekten kendimi alamazdık.
Bu arada okulların da açılacağı tutardı. İlk bir ay bağ bahçe işleri nedeniyle devamsızlığımız olurdu.
Kışlık kayıt düzmek herkesin en önemli meselesiydi, bu günlerde.
Kış hazırlığı bağlarda, bahçelerde başlardı. Hevenk yapmak için üzümler, kavunlar, domatesler ayırılırdı. Yapılan hevenkler, kilerin tavanındaki hezenlere bağlanırdı.
Kalanları kilerin bir tarafındaki sedirin üzerine serilirdi. Öncelikle serili üzümler, kavunlar, domatesler tüketilirdi.
Fasulye, biber, patlıcan, elma, kayısı, üzüm, ay çekirdeği, nohut, mercimek kurutmak için bahçenin az ayak değen yerleri ya da toprak damlar üzerlerinde yer seçilirdi. Babam kurutmak için “Cemele Biberi”nin pazarda görücüye çıkmasını özellikle beklerdi.
Çömleklere çökelek peynir basılırdı. Ağzı tülbentlenir, kuytu ve serin bir köşede kumun içine çökelek çömlekleri gömülürdü. Bizim evin alt katında bir oda neredeyse, bir çok ailenin çömleğine ev sahipliği ederdi. Tabii, kış boyu, yufka ekmeğin arasına ceviz ile dürülen çökeleğin tarifsiz lezzetine doyum olmazdı.
Çarşı ekmeği ile biz 1960’lı yıllardan sonra tanıştık, sanırım. 1980’li yıllara kadar tandırlarımız ekmek üretmeye devam etti. Yufka ekmek hâlâ sofralarımızın en vazgeçilmezleri arasında.
Turşuluklar başka bir özen ile seçilir, turşu küpleri temizlenirdi. Aynı titiz ve usta eller, kurdukları turşuları kilerin bir köşesine yerleştirirlerdi.
Sucuk yapmak için etlerin kıyılması, sarımsakların soyulması zahmetli bir süreçti, ama sinilerin üzerine yığılan sucuk içini, kıyma makineleri yardımı ile bağırsaklara doldurmak bir o kadar eğlenceli idi.
Bizim çocukluğumuzun sucuklarının markası yoktu. Ama yeni hazırlanmış sucuk içinin tadına da diyecek yoktu. Tabiî yufka ekmek ve ceviz ile birlikte.
‘Soku’larda döğülen bulgurun başından geçenler başından sonuna bir hikâye. Sini üzerine serilmiş “kuru, çıtır çıtır yufka” ekmeğin üzerine serilen bulgur pilavı tüm emeği geçenler için bir ödüldü. Bizler çocukluk gereği ayak altında dolaşmak dışında bir şey yapmasak da, sofraların baş köşelerine kurulmamıza itiraz eden de pek olmazdı.
Erişte kesmek için, yufka ekmek yapmak için bir araya gelen mahallenin kadınları, her yorucu işin sonunda yaptıklarını yaparlardı. Kendilerini mükellef bir sofra kurarak ödüllendirirlerdi. Yenilir, içilir, eğlenilirdi.
Domatesten salça yapmak için, saatlerce ateş karşısında ter dökülürken, üzüm ‘havtı’nda üzüm çiğnemek, pekmez kaynatmak ayrı üretim süreçleri idi. (Bu arada, şıra kazanına kazaen düşen halamın kızını da, içim kavrularak yad etmek istiyorum.)
Tandırda hedik, kelle paça hikayeleri de ayrı bir yazı konusu belki.
“Kışlık kayıt” kavramının pekmez, köftür, ceviz ile ilgili kısımlarını, odun ve kömür işlerini de es geçiyorum. Ama artık “kışlık kayıt düzülmesi” de birçok aile için artık konu bile değil. Annelerimiz, babalarımız, ebelerimiz, dedelerimiz için yorucu, meşakkatli, sıkıntılı bir süreçti belki, bu yaşadığımız güz maceraları. Ama biz çocuklar için değişik bir ağız tadı. Değişik bir renk. Değişik bir koku…
Bazen her evde de, her ailede de bu yoğunlukta yaşanmayabilirdi, “öncüt”(ödünç) almadan bu işlerin çoğunun yapılması olası değildi. Ama paylaşma kültürü bugünkü perişan hallerde değildi.
Marketlerin vitrinlerini, raflarını süsleyen yiyecek türlerinin neredeyse tamamının, “ev ekonomisi” içinde aileler tarafından hazırlandığı yılların insanları ve tanıkları da birer birer aramızdan ayrılıyor. Bugün, bir yönü ile hayatımızın kolaylaştığını, ama birçok yönü ile de yaşamın değişik keyif ve tatlarının, bunları yaratan insanların kaybolduğunu, evet, hüzünlenerek hatırlıyoruz.
Çocukluk yıllarımın görece dingin Türkiye’sini, kansız, kavgasız günleri, gazel kokulu eski “güz”leri daha bir özlüyorum.
Bayraklara sararak uğurladığımız şehitleri, trafikte yitirdiğimiz değerleri, deprem kayıplarını, katliama dönüşmüş iş kazalarını düşününce, sonbaharın verdiği hüzün katmer, katmer.
Sonbaharın ilk günlerinde şehrimizin yetiştirdiği değerli insanlardan birisini, halamın altmışaltı yıllık hayat arkadaşı, emekli Piyade Kıdemli Albay Mahmut Özoğlu’nu Balıkesir-Edremit’te yapılan bir tören ile ebediyete uğurladık. Bir Cumhuriyet çocuğunu, yakın tarihimizin canlı tanıklarından birisini, bir aile büyüğümüzü, doğduğu memlekette çok tanıyanı kalmasa da sevildiği, sayıldığı, bir dönem Belediye Başkanı olarak hizmet verdiği, çokça da hamiyetperver bir insan olarak tanındığı bir coğrafyada Edremit yakınlarında Zeytinli’de servilerin serinliğinde toprağa verdik. Bu sonbaharda torunum Beste bir yaşına basıp, ilk dişlerini çıkarırken gönül ağacımızdan bir yaprak daha koptu, gitti.
Bu hazan mevsiminde eski insanları bulamam da, eski “güz”lerden bir şey bulabilir miyim?
Bilemiyorum ama İzmir’den, kaldıysa bağlarda üzüm aramaya, kaynıyorsa pekmez kazanına ayva atmaya Kırşehir’e gidesim var.

 

Cazgır

Haftanın yedi günü televizyonlarda bas bas bağıran kimdir diye sorsam yanıtınız ne olur bilemem. Ama bu bağırtıya çağırtıya bakınca yapılanın “cazgırlık”, yapanın da “cazgır” olduğunu düşünmeden edemiyorum. Cazgır, ata sporu güreşte “pehlivanları yüksek sesle izleyicilere tanıtan ve dua okuyarak onları alana süren kimse” anlamındadır. Cazgır, diğer bir anlamda “fitneci” demektir. Günlük hayatta cazgır, bir şeyi olduğundan farklı, yüksek perdeden ve abartılı olarak anlatanlar için kullanılmakta, fitneci anlamı bunun içinde bir yerlerde gizli gibi.
Cazgırlığın her dönem kol gezdiği ülkemizde, bu tür reklam kokan hareketler ve görüntüler teknolojinin getirdiği olanaklar ile yirmi dört saat bizi çarpıp durmakta. Son yıllarda cazgırlığın moda sektörü siyaset ne yazık ki? Bu hengâmenin yaşandığı ülkemizde sokakta karşılaştığım insanların çoğu, etrafında bir şeyler olduğunun, başına birilerinin çorap örmekte olduğunun yeni ayırdına varıyor gibi. Soruyu kendisi soruyor ”ne olacak bu memleketin hali” diye, birkaç kelam etmenize dayanamadan kendisi bülbül gibi şakımaya başlıyor; “Bunlar ülkenin başını belaya sokuyor. Ben bunlara oy vermedim, vermem de, ama bakıyorum geri kalanlarda lider özelliği yok. Kime oy vereceğim, şaşırıyorum. Mecbur vatandaş yine bunları seçecek…” Aslında bu tür ifadelerde birilerinin vazgeçilmezliği açık ve seçik iddia ediliyor.
Birilerinin vazgeçilmezliğini ileri sürmek, bana göre, insanın kendisini inkâr etmesinden öte Tanrı’nın inkârıdır. Çünkü bu iddiada, Tanrı yarattığından daha iyisini yaratamaz demek gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bu kabul edilemez. Bugünkü Kırşehir Belediye Başkanı’ndan önceki muhteremin sittin sene belediye başkanı olarak kaldığını düşünelim. Çoğu insanın içinin karardığını hissediyorum. Partisi bu adamda ısrar etseydi, demokrasi bilinci parti taraftarlığı ile sınırlı şehrimizin halkının bu yanlışı düzeltmeye gücü yetmeyecekti ve bugün o kafa, Kırşehir’i yönetmeye devam edecekti. Bereket etmedi de bir değişim gerçekleşti. Yeni gelen yöneticiler, aynı partinin adamları olduğu için, eski yöneticinin kirli defterlerini açamadılar, üstünü örttüler. Ama en azından eski başkanın yanlışlarını yapmadılar, ya da yapmışlarsalar da hemşerilerine hissettirmediler.
Demokrasi, yönetenin her icraatını her yönüyle sorgulama bilinci gelişmemiş toplumlarda demokrasi “birini bir defa seçeceksin, ömür boyu ona katlanacaksın”, gibi bir olgu olarak algılanıyor, öyle yutturuluyor bu coğrafyada. Saddam seçimle geliyor, Mübarek seçimle geliyor, Kaddafi seçimle geliyor, Esad seçimle geliyor. Bu coğrafyada, Allah’ın bu “şanslı” kullarının seçimle gittiğini göremiyorsunuz bir türlü. Gitmemek için her yol mubah, her çirkeflik sergileniyor, her şey yapılıyor. Nedense bu yöneticilerin gitmesi için ya emr-i Hak’kın vaki olması bekleniyor, ya da meydanı boş bulmuş bir süper gücün sudan bir bahane ile bu demokrasi abidelerinin kafasını kırması gerekiyor.
Allah’ın bir hikmeti olsa gerek, Boğazların batısında, böyle bir durum bugün için söz konusu değil ama Boğazların doğusundaki yerleşik kültür bu. Saddam, ülkesini Ortadoğu’nun en yaşanabilir ülkesi haline getirmekle kalmadı, kendi kanıyla Kur’an bile yazmaya kalkıştı, ama kaderinden kaçamadı. Kaddafi’nin ülkesinde yaşayanlara verdiklerini, benim diyen baba oğluna vermemiştir bugüne kadar ama bu durumda Kaddafi’nin sonunu engelleyemedi. Mübarek ise meydanlardaki kalabalıkların kalkışması ve emrindeki askerlerin bu durumu seyretmesi sonucu hâkim karşısında buldu kendisini. Yerine geçen Mursi sandıktan çıkmayı başardı, ama kendisine iktidar getiren meydan kalabalıklarının ve askerlerin önünde direnemedi, hesap gününü bekliyor. Esad, şimdilik, uzatmaları oynuyor gibi.
“Doğu tipi demokrasi” diyebileceğimiz siyaset modelini benimsemiş ülkelerde genel durum bu iken, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçirdiği onca badireden ve deneyimden sonra ülkemizin çevresindekilere paralel bir görünüm arz etmesi, insanımız fark etmese de beni gelecek için ürkütüyor. Demokratik olmayan yollar ile değişim dışında da iktidarların değiştirilebilmesinin imkân dâhilinde olması, bizatihi Türk demokrasisinin varlığının göstergesi olmak durumundadır. Her zaman herkesin temennisi ülkemizde iktidarların demokratik yollar ile değiştirilebilmesinin mümkün olmasıdır. Aksi durum, yıllar önce “bunlar bir kere iktidara geldi mi, bir daha gitmezler” deyip, örnek olarak Erbakan’ın seçimi kaybetmesine rağmen, kendisini makam odasına kilitleyerek odayı ve makamı terk etmemek terbiyesizliğini gösterenleri haklı çıkaracaktır.
Bir apartman veya site yönetiminde dahi, yöneticilerin değişmemesinin, yönetimlerin denetimleri ve ibrasını imkânsız hale getireceğinin hepimiz mutlaka farkındayız. Bu tür durumdaki yöneticilerin pisliklerini, hatalarını ve hatta suçlarını örtbas edecek olanakları kullanacaklarını biliriz. Daha da ötesi, belediyelerde, aksi niyette olanları tenzih ederim ama, bırakın başkanlığı, encümende, belediye meclisinde yer almaya çalışanların çoğunun özellikle imar konularında bir takım hesaplarının var olduğu söylenegelir. Bu konudaki en yakın deneyimim, Medrese Mahallesindeki doğduğum evin bitişiğindeki yarım parsele, o dönem belediye encümenindeki bir muhteremin belediyenin kaldırım payına ve bizim arsamızın üzerine bina dikmesine, belediyenin ve kuralların sessiz kalmasıdır.
Bu belediye dönemindeki bu yöndeki icraatları sıralamak istemiyorum. Ama bir imar plan değişikliği ile “hatırlı bir abi”nin istediği özellikte bir parselin Kayabaşı’nda yaratılmak istenmesine değinmek isterim. “Hatırlı abi”nin bir din adamı olması sadece bu dönemin “yiyici takımı”nı tarifi kolaylaştırıyor. Ama işin özelliğini değiştirmiyor, herkes bilerek veya bilmeyerek hata yapabilir, önemli olan bu hatanın hesabının sorulması imkânının bulunmasıdır.
Bilindiği üzere Allah bile evreni yaratmakla kalmamış, bir de “hesap günü” tarif etmiştir. Varlığın ve yokluğun sahibi olan bir gücün, yani Allah’ın bu dünyada yapılanların hesabını sormayı gerekli görmesi bile, inançlı veya inançsız tüm insanlara “hesap sormanın gerekliliği”ni göstermekte olması gerekir. Zaten bunu bile görmekten aciz iseniz size, sizin içinde yaşadığınız topluma hiçbir ilacın derman olmayacağını bilmelisiniz.
Türkiye’yi yönetenlerin de, yönetmeye talip olanların da, iktidarların demokratik ve milletin tercihleri doğrultusunda el değiştirmesine imkân tanımalarında hem kendileri ve hem de Türkiye için sayısız fayda bulunduğunu unutmamaları gerekir. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diye yola çıkıp da değişmemek için her yolu denemenin, kör nefsinin kurbanı olmak olduğunu anlatmaya bilmem gerek var mı?
Ama cazgırların, bin bir cazgırlıkla hesap vermekten kaçtığını, bunun içinde iktidarda kalmak için her yolu mubah gördüğünü, cazgırseverlerin cazgırlıkta cazgırları aratmadığını, hatta inancını inkâr pahasına “çalıyor ama çalışıyorlar” diye kötüyü ve kötülüğü övdüğünü görüyor ve onlar adına üzülüyorum.

***

Kırşehir’e komünist gelmiş

Çocuk gözünden dünya bir başka gözükür. Başka bir anlam kazanır. Çok bilir büyükler “kar yağıyor” diye eve kaçarken, çocuklar “şeker yağıyor” diye sokağa koştururlar. Çevremizdeki taşların rengârenk bilyeler ve toprağın her şekle girebilen sınırsız bir oyun hamuru olduğunu biz büyükler fark edemeyiz. Yaşadığımız yerdeki bitkileri ve hayvanları ile biz büyükler önemsemek de doğal çevreyi bitkiler ve hayvanlar ile paylaştığımız bilinci çocuklarda daha belirgindir. Alışageldiğimiz insan yüzlerinin bize anlattığı şeyler sınırlıdır. Televizyonda bas bas bağıran kaşar politikacıyı gören ve “bu adam niye kızıyor, oyuncağını mı kırmışlar” diyen çocuğun algılama kalıpları henüz kemikleşmemiştir. Şaşı bakan birisini gören eşimin kuzeni Armağan’ın “kadın kendine bakıyor” tanımlaması ve ondan sonra da kendine bakmaya çalışma oyunu yaratması çocukluğumuza ilişkin anılarda özgün bir örnek.
Rahmetli Ali İhsan Enişte’nin (Keskiner) bizler ve çocuklarımız için yeri apayrıdır. Çocukla çocuk, büyük ile büyük olur, O’nu çok sevdik, çok özlüyoruz. İkinci milenyuma henüz girmemiştik. Ankara’dan Kırşehir’e kaçtığımız bir hafta sonuydu. Çocuklarla beraber Kale’de geziyoruz. Ramazan topunun başında anlatıyor Ali İhsan Enişte, Orcan, Erkan ve Gizem’e anlatıyor ; “Bak hele, ben çocuktum. Dediler ki Kırşehir’e ‘komünist’ gelmiş. ‘Aboo la’ bir merak ettik. Mahallede arkadaşlarla konuşuyoruz. Duyduklarımızı yalan yanlış birbirimize anlatıyoruz. ‘Biliyon mu oğlum, kocaman kulakları olurmuş komünistin.’ Diyor bir hayta. Başka biri ‘O da ne ki oğlum. Adamı bir lokmada yutuveriyormuş’ diye bilgiçlik taslıyor. Kafamızda bir komünist şekillendi ki ne yere, ne göğe sığıyor. Mahallenin meraklı çocukları koşturduk, gittik. Bu aşağıdaki Jandarma Gazinosu’nun orada, eskiden Jandarma Karakolu ve Tutukevi vardı. Orada tutuluyormuş komünist dediler. Kafamızdaki heyula gibi yaratık Karakola nasıl sığdı diye düşünürken, ‘geliyor, komünist geliyor’ dediler. Bakıyoruz, aranıyoruz, ama meraklı insan kalabalığının arasında bir şey göremiyoruz. Bir aralıktan iki jandarma erinin arasında eli kelepçeli, zayıf, tıfıl, saçı sakalı birbirine karışmış, birisini gördük. O hayallerimizdeki insandan başka bir şey olan hayali yaratık kayboldu, yerini bu çelimsiz insanoğlu aldı. ‘Vah, o da bizim gibi insanmış’ dedik… ”
Kale Orta Okulu’nun arkasındayız. Burası bizim mahallenin çocuklarında basketbol merakı başladığında zemini toprak ama standarda yakın iki basket potası olan bir oyun alanıydı. Bu sahanın toprak zemininde basket oynamayı öğrendik. Basket oynayacak basket topumuz yoktu, yerine futbol topu kullanıyor idik. Mahalle, okul ve silah arkadaşım, ağabeyim rahmetli Deniz Kalaycıoğlu, Lale Camiin alt tarafındaki tamirhanelerden birisinin kapısına, tamirhane sahibine yalvar yakar bir dibi çıkık sandalye çaktırmıştı. Oradan başlayan basketbol merakımızın bizleri mahalleden Kale’deki toprak zeminli basket sahasına getirişini çocuksu bir heyecanla anlattım ben de o gün.
O sahadan aşağıya doğru inerken şimdi “Alaaddin Camii” olarak anılan yapının önünde Ali İhsan Enişte durdu; “Trikopis, şu binada esir yatıyordu” dedi çocuklara. “Atatürk Afyon’da esir etmiş, buraya getirmişler, bu binada yaşamış. Jandarma onu aşağıya Karakola götürür, kaydı yapılır, tekrar jandarma ile buraya getirilirdi” dedi. Bu konuyu daha önce yazmıştım. Trikopis değil ama üç yunan generali ile onlarca yunan subayının ve astsubayının Kırşehir’deki Üsera (Esirler) Taburunda kaldığı, bunlardan bir kısmının bağda, bahçede ücretiyle çalıştırıldığı Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı kayıtlarında vardı. Çocuklar ile çocukluk anıları paylaşırken Ali İhsan Enişte sayesinde bu bilgiye erişme olanağı bulmuş olduk.
Kırşehir’e gelen “komünist” olayının bir benzeri benim de çocukluk anılarım içinde var. Dediler ki “bizim mahalleye ‘dev anası’ gelmiş.” Tevatür muhtelif. Körün fili tarif etmesi misali her birimiz dev anası ile ilgili bir şey yumurtluyoruz. Kapılardan sığmayan, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, evlerimizden bile büyük, ayakkabısının içine dört kişi sığan birisini anlatıyoruz. Bu düşüncelerin tetiklediği bir merak sağanağı altında, Emine Kadın Çeşmesi’nden yukarı Usta Bekir’in evine doğru koşuşturuyoruz. “Usta Bekir amcaların evine çıkan sapağın köşesindeki evde” dediler “Dev anası…” Merakın korkuya dönüştüğü, ancak yine de merakımızın korkumuzu yendiği bir durumda, evin kapısına dayandık. Tahta kapının aralığını gözünü dayayan çocuklardan biri, bir hayret nidası ile çığlık attı; “Gördüm, lan gördüm. Dev anasını gördüm…” Gerçekten bahçe içinde evin girişinde oturan üç kadından bir tanesi diğerlerinin iki misli boyda, yapılı birisiydi. Abarttığımız kadar değildi, ama dev gibi idi bize göre. Mahallemizin bu gizemli konuğu o dönemde bayan millî basketbol takımında yıldızı parlamaya başlayan ve 205 cm. boyu ile Türkiye’nin en uzun kadın basketbolcusu olan millî sporcumuz Gülseren Gönül idi. Çocuk aklı ve dünyası böyle şeyler ile dolup taşıyor işte.
Çoğu akıllı geçinen insanın göremediğini, anlayamadığını, farkına varamadığını bir çocuk gözlemleyebilir. Hele günümüzün çocuklarından bizlerin öğreneceği çok şey var. Aslında yılda bir sembolik de olsa koltukları çocuklara bırakmak gibi bir âdetimiz vardı. Çok bilir büyüklerimiz onu da “kadük” ettiler. Önce askerlik çağına gelmişleri çocuk diye millete kakalamaya çalıştılar. Bunu millet yemeyince, bu geleneğin dayanağı olan millî bayramımızı yok etmek çabası içine girdiler. Konu siyasete gelmişken, çocuğun siyasete bakışını anlatan şu fıkrayı paylaşmamak olmaz;
Fıkra bu ya, çocuk babasına sorar; "Baba, politika nedir ?" Baba biraz düşünür, sonra “Bak oğlum, ben eve para getiriyorum, öyleyse ben bir kapitalistim. Annen parayı yönetir, öyleyse o da hükümettir. Deden, paranın doğru idare edilip edilmediğine dikkat eder, öyleyse o da sendikadır. Hizmetçi kız ise işçi sınıfıdır. Bizlerin ise tek hedefi vardır, senin rahatlığın. Dolayısı ile sen de halksın. Ve kundakta yatan küçük kardeşin ise gelecektir. Oğlum anlayabildin mi?” Çocuk anlatılanlara karşın soran bakışlarla babasına bakar, tam olarak anlayamadığını ancak babasının anlattıklarının üzerinde düşüneceğini söyler.
Gece yarısı çocuk uyanır. Çünkü küçük kardeşi altına pislemiştir ve bağırmaktadır. Ne yapacağını bilemeyen çocuk, anne ve babasının yatak odasına gider. Annesi yalnızdır, derin ve horultulu bir şekilde uymaktadır, öyle ki çocuk onu bir türlü uyandıramaz. Bunun üzerine hizmetçi kızın odasına gider. Bakar ki babası hizmetçi kızla yataktadır. Dedesi de pencereden gizlice onları seyretmektedir ! Hepsi öyle meşguldürler ki, çocuğun orada olduğunun farkına bile varmazlar. Çocuk hiçbir şey yapamadan odasına ve yatağına geri döner.
Ertesi sabah, baba çocuğuna politikanın ne olduğunu anlayıp anlamadığını sorar. Çocuk; “Evet, anladım baba” der. “Kapitalist işçi sınıfını kötüye kullanıyor. Sendika bunu seyrediyor. Bu arada hükümet uyuyor. Halk ise dikkate alınmıyor. Ve gelecek kakanın içinde yatıyor. Anladığım kadarıyla politika budur...”
Çoğu zaman sayfalar dolusu yazılar, makaleler yazarak anlatamadığımız şeyler bir kıssanın, fıkranın veya karikatürün içinde tek kalemde suratımıza fışkırır. İşçi sınıfını sömüren ağaların ve para babalarının, bunlara seyirci kalan sendikaların, tüm bunlar olurken uyuyan hükümetin, dikkate alınmayan halkın ve siyaset bataklığının içinde kaderiyle baş başa bırakılmış geleceğimizin farkına varan yine çocuklarımız, gençlerimiz. Ülke gerçeklerine şaşı bakan siyasetçinin sadece ve sadece “kendine bakma oyunu” artık kabak tadı veriyor gerçekten…  “Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz” diyecek cesaret, “ben, ben” diye tepinip gezen kaşar siyasetçilerde yok nedense?

***

İnanca saygı

Fazıl Say'ın durumunu az çok biliyorsunuzdur. “Twitter”dan yazdığı Ömer Hayyam'ın rubaisi yüzünden 10 ay hapse mahkûm edildi. İnsanların inançlarından ve düşüncelerinden dolayı aşağılanması, cezalandırılması ve hatta yok edilmesi insanlık için yeni bir durum değil.
Sokrat iki bin yıl önce “gençleri itaatsizliğe yöneltiyor, dini inkâr ediyor” diye ölüme mahkum edilmişti. Galile “dünya yuvarlaktır” dediğinde “dünya düzdür” diyen dindarlar ile ters düşmüştü. Yunus Emre’nin “Enel-Hak çağıruben/Dara gireyim Mevla” diye gönderme yaptığı Hallac-ı Mansur en yüksek tasavvufî mertebe olan “fena-fillah”a eriştiğini hissedip, “Enel-Hak=Ben Hakk’ım” dediğinde asılmıştı.
Bugüne gelindiğinde Halide Edip Adıvar’ın “Vurun Kahpeye” eserinde işlediği temanın günlük yaşantımızda karşımıza sık sık çıkmakta olması da anlamlıdır. Kadına şiddet olaylarına ve kadın cinayetlerine her gün bir yenisi ekleniyor. Yaşanan bu tür güncel örnekler dolayısıyla meslek kurasında batıda çağdaş yaşam kalıplarını içselleştirmiş gibi illeri çeken evladı için aileler endişe duymaz iken, ülkemizin muhafazakâr ve hatta mutaassıp takılan başka bir iline eğitime veya çalışmaya gitmesi gereken evladı için bile ailelerin duyduğu endişe tam da “inanç ve hayat algısı” nedeniyle farklıdır. Dinin sosyal yaşamda açık etkisini gösterdiği bazı yörelerde bırakın kız çocuklarını, oğullarının karşılaşabilecekleri olaylardan ailelerin endişe etmesi düşündürücüdür.
Kişilerin inançlarını sorgulamak kadar, kişilerin inançlarını aşağılamak da bugünün insanlık ideali ve değerleri ile bağdaşan bir durum değildir. Dünyaya gelirken hiçbir varlığın anasını, babasını, doğacağı yeri seçme şansı bulunmamaktadır. Rastlantısal olarak gerçekleşen bu durumun bir sonucu olarak insanoğlu rengini, ırkını, kültürel değerlerini, tabiidir ki inancını üzerine yapışık bulmaktadır. Hatta tercihlerinin alt yapısını oluşturan paradigmaları bu kültürel değerlerin yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bulduğunu benimsemekte ve sahiplenmektedir. Dışsal ve zorlayıcı olan kendi tercihi imiş gibi algılanmaktadır.
Nüfus oranlarına bakıldığında Hindistan’da doğan birisinin Budist bir anne babadan dünyaya gelme olasılığı, Müslüman bir anne babadan gelme olasılığından çok daha fazladır. Budistlerin “ineğe saygısı” bize çok şirin gelmeyebilir, o inançta birisi için yaşamsal görülmektedir. Ama tesadüfen Budist olmuş birisine, tesadüfen Müslüman ya da Hristiyan olmuş birisinin, bu coğrafyada inancı nedeniyle söyleyeceği çok fazla bir şey olmamaktadır. Belki Budist olan kendinden olmayan azınlığa saldırma ve cezalandırma hakkını çoğunluk olması nedeniyle kendinde görmektedir. Benzer düşünce kaçınılmaz olarak aksi durum için de geçerlidir.
Mevlana gibi, Hacı Bektaş-ı Veli gibi, Ahi Evran gibi inancını güzel bir hoş görü şemsiyesi ile genişleten gönül erenlerinin tüm insanlığı kavrayan yaklaşımlarına bugün birçok nedenle görüntüde itibar edilmektedir. Genelde kırıcı, kavgacı ve hatta saldırgan bir durum sergileyen “güçlüyüm, o halde haklıyım” diyenlerin sesi “haklıyım o nedenle güçlüyüm” diyenlerden çok çıkmaktadır.
“Ahlak kuralları, görgü kuralları, hukuk kuralları gibi din kuralları da dayatılmaya çalışıldığı gibi doğa alanına ait değil, insanın varoluşu sonrasının ürünü olan kültür alanına aittir” diyor sosyoloji bilimi. O nedenle Gölcük Depreminde “7,4 şiddetinde Deprem yetmedi mi” pankartını taşıyan dini bütün (?) kızımızın akıl karışıklığını bu bakış açısı ile görebiliyoruz. Bir başka anlatımla, İngiltere’de ve Kıta Avrupası’nın orta ve kuzey ülkelerinde Almanya’da, İsveç’te, Norveç’te deprem diye bir olgu olmaması onların dinî inançlarının güçlülüğü veya zayıflığı ile ilgili değildir. Dünyamızın ve kıtaların yapısı ile ilgili tektonik bir olaydır. Aynı şekilde Güney Avrupa’da, hatta Vatikan’da deprem olgusunun varlığı, hatta bazı aktif yanardağ faaliyetleri de o ülkelerde yaşayan “insanların inancından bağımsızdır” diyebiliyoruz bugün.
İnsanın doğası ve edindiği kültürel değerleri kişiliğini ve dolayısıyla davranışlarını şekillendiriyor. Kendisi için kutsal kabul ettiklerine sataşıldığını düşündüğünde tepki gösteren insanoğlu, bir başkasının inancına sataşıldığında tepki göstermesini kabullenmekte zorlanmaktadır. Burada eski bir Kızılderili atasözü devreye girmektedir; “Sular yükseldiğinde balıklar karıncaları yer, sular çekildiğinde karıncalar balıkları yer. Kimin kimi yiyeceğine karar veren sudur.” Yaşadığımız dünyada iktidarı ya da çoğunluğu ele geçirenlerin kendi rastlantısal anlayışlarını tüm yönettiklerine dayatmaya çalışmaları balık ve karıncaların durumuna benzerlik göstermektedir. İsrail-Filistin çekişmesi, Mısır’da Hristiyanlara, Hindistan’da Müslümanlara yapılanlar tam da bu duruma güncel örneklerdir.
Fazıl Say’ın yaşadıklarına bakınca, beğenilmeyen ama her türlü iktidarın sırtını dayadığı Anayasa’mızın “dinin siyasete alet edilemeyeceği” amir hükmüne karşın, bu olduğunda ne olacak ise onları yaşadığımızı hissediyoruz. Camiye ve kışlaya siyasetin sokulmasını tarihinde acı vakalarla yaşamış bir milletin evlatlarıyız. Askerin siyasete karışması gibi, siyasetin de kendi alanı dışına çıkmasının sakıncalarını görebilmekteyiz. Bunlardan daha vahim olanı “Hakk ve Adalet”i bir silah gibi kullananlarca sosyal yaşantımıza müdahale edilmekte olduğu duygusunu milletçe yaşıyoruz. Güçler ayrılığının etkisizleştirilmesi sonucu demokratik bir ülkede yaşanmaması gereken onlarca olaya tanık oluyoruz.
Anayasal onca teminata rağmen gözümüzün içine baka baka bunlar yapılabilmekte. Bu açıdan bakınca, “es-kaza” ineği kutsal sayan bir anlayışın ülkemizde iktidar olamayacağına sevinmeden edemiyoruz.
Fazıl Say örneği ile dikkatimizi çeken farklı inançta ve sosyal birikimde olanların cezalandırılmasına bir güncel örnek de yazdığım gazeteden geldi. Bir akademisyenin önünü ardını çok düşünmeden ileri sürdüğünü düşündüğüm “günah vergisi” kavramı da hem Vergi hukuku açısından, hem İslam hukuku açısından eleştiriye son derece açık bir tez. (Her fikir muhteremdir, muteber olmayabilir.)
Bir kere vergi bir ülke vatandaşlarına tanınmış bir hak ve yüklenmiş bir ödevdir. Devletler vergiyi ceza olarak toplayamazlar, böyle bir yetkileri yoktur. Vergiler belirli bir inanç veya sosyal grubu hedef alınarak konulamaz. Ya da belirli bir gruba inancı veya sosyal alışkanlıkları nedeniyle ayrıcalık tanınamaz. Böyle bir iddiayı ortaya koymak Tanzimat’tan beri ülkemizde savunula gelen ve Anayasamızın “eşitlik” ilkesine açıkça aykırı bir durum.
İslam Hukuku’nda varlık zekâta tabi kılınmıştır. Ama acıdır ki bu söylemde (günah vergisi) icraat inanç ile çelişmektedir. Her dinde günah işleyene de işlediği günahın türüne göre bir bedel ve gerektiğinde tövbe yolu öngörülmüştür. Tabi günahtan vergi alacağız diye yola çıkan inançlı insan türünün Allah’a ait bir hakkı kullanmaya kalkışması nedeniyle “şirke düşeceği ve müşrikin de tövbe ile kendini kurtaramayacağını” da unutmamak gerekir…
Uzun lafın kısası “yarı kadı maldan, yarı tabip candan, yarı hoca dinden eder”… İnanca ve düşünceye saygı duymayanların başkalarının da onların inancına ve düşüncesine saygı duymalarını beklemeleri etik olmasa gerek...

 

***

Kuyruk Acısı

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bütçe görüşmeleri tüm hızıyla sürüyor. Bizim Kırşehir Milletvekilleri bütçe görüşmeleri sırasında söz alıp, nedense konuşma gereği duymadılar. Zaten ne konuşacaklar ki. Kırşehir’in sorunu ve isteği var mı ki!
Meclis bizim adımıza bütçenin yerinde harcanıp harcanmadığını denetleyecek, önümüzdeki yıl bütçesi için hükümete yetki verecek. Olması gereken bu. Ama olan nedir diye bakacak olursanız, bunun hiç de öyle olmadığını görürsünüz. İktidarda olan “kesinlikle yanlış yapmaz” anlayışı ile hükümetine hiçbir eleştiri yönetemeyen bir milletvekili grubu orada oturur.
O milletvekillerinin seçildikleri beldelerde yıllardır beklenen hizmetler vardır, yapılmamıştır, yapılmamaktadır, yapılmayacaktır. Sesleri çıkmaz. “Kol kırılır, yen içinde kalır” öğüdü ile susturulmuşlardır, önümüzdeki yıl seçim vardır. Seçmenin beklentisi de vereceği oy da önemli değildir.  Önemli olan “iktidarı elinde tutanlar”ı hoş tutmaktır. Seçmen zaten oltadaki balıktır. Oyunu verecektir. Asıl olan parti muktedirlerinin gelecek dönem için de kendilerini aday göstermeleridir. Sessizce maçı izlerler. “Neme lazım, zaten ortalık karışık, başıma iş almayayım” düşüncesindedirler.
Muhalefetin çığlıkları ise kurnazca oluşturulmuş Meclis Tüzük hükümlerinin kurnazca yorumları ile geçiştirilir. Bizler de bu ülke neden adam olmuyor diye düşünür dururuz vesselam.
Bu vurdumduymaz muktedir ve kurumlar sayesinde verdiğimiz vergilerin yerinde harcanıp harcanmadığını bilmedik, bilmiyoruz, sanırım hiç de bilemeyeceğiz.
Bir toplantıda Millî Savunma eski Bakanı Vecdi Gönül bize 1215 yılında İngiliz Kralı'nın kabul etmek zorunda kaldığı “Magna Carta”dan başlayarak “Bütçe Hakkı” üzerinde uzun bir nutuk çekmişti. Bunun üzerine “yetim hakkı” söylemlerini dinledik yıllardır. Sayıştay raporu TBMM'ne gelmediğinde hukuk kökenli bu vekil ve eski bakan olan muhteremin itiraz etmesini iki dönemdir boş yere bekliyoruz. Bize anlattığı gibi kendi Meclis Grubuna bunu anlatabilmiş olmasını isterdim. Ama güç karşısında sinmek böyle bir şey.
İnsanların güce tapınması insanlığın ve insanın güvesidir bence... Gücün ve çıkarın tüm ilişkilerde yakınlığı belirliyor olması da cabası. Güçlü olan daima haklıdır, beceriklidir, başarılıdır, hatta her yaşta yakışıklıdır. Tanrıları bile “felek” üzerinden gönderme yaparak eleştiren insanlar “iktidarı elinde tutanlar”a karşı duvar kadar sessizdir.
Televizyonu açtığınızda iktidarda olanların başarıdan başarıya nasıl koştuğunu dinlersiniz. Bir gazeteyi, dergiyi elimize aldığınızda gücü elinde bulunduranların neler başardıklarını okursunuz. Güç sahibinin karşısında önünü iliklemeyeniniz yoktur. Yüksek yargının başında da olsanız, gözünüzü güç sahipleri o denli korkutmuşlardır ki “iliği olmayan cübbenizin önünü kapatmaya çalışırsınız”.
Güç insanın eline değişik şekillerde geçer. Kimi makamını, kimi parasını vesile yapar güç göstermek için. Bazan son model bir araba ile şekillenir, bazan da yüzlerce odalı saraylarla. Gücün karşısındaki doğal insan davranışı toplumumuzda sessiz kalmaktır, sinmektir. Sinen, saklanan, gizlenen, biat eden insan itiraz etmez, görmez, duymaz, tepki vermez, eleştirmeyi bırakın çoğu düşünmekten bile kaçınır, kısacası insanlığını unutur. Bu nedenle insanların güce tapınması insanlığın güvesidir.
Ortaçağ feodal yapılarının günümüzdeki uzantıları ağalık, şeyhlik dört bir yanımızı sarmıştır. Ağalık para üzerinden, şıhlık, şeyhlik din üzerinden güç yüksekliğini işaret eder. Okumadan inançlı olanlar sayesinde toplum yüzyıllar boyu bu güç zirvelerine tapınır halde tutulmuştur. Sabah akşam “yalnız sana inanır, yalnız sana kulluk ederim” deseler de “kulun köleyim ağam” demek kolaycılığındadır insanımız.
Evliyalar şehri Kırşehir'in gözde mekanlarından birisi “Ağalar Konağı”dır. Mahzenli'de kerameti kendinden menkul bir şeyh(?) türbesini ziyaret için otobüs kaldırır belediyeler. Rahatsız olmamışızdır. Ağaları hatırlarız da konağın alt odalarının birinde yaşamış bahtsız “Cennet”i hatırlayanımız yoktur pek.
Modern devletin ilk örneği yanlış hatırlamıyorsam “Portekiz”dir. Modern devlet uygulamalarını zaman içinde kabullenmiş olan ülkemizde devlet gücünü elinde tutanların kutsanmasında da aynı kural işlemiştir. Devlet gücünü elinde tutana karşı haddinizi bilmek zorunda olduğunuz genlerinize işlemiştir. Yıldırımları, şimşekleri üzerinize çekmenin bir alemi yoktur. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek” üzere programlanmış iseniz sorunu biraz ötelersiniz.
Modern devlet kuramında atladığımız en önemli konu, devlet gücünü teslim ettiğimiz kişi ve kurumların seçilmesinin yanında denetlenmesinin zorunluluğudur. Demokrasiyi tanımlayan düşünürler “iktidarların el değiştirebilmesi ve denetlenebilmesi” mümkün olan yönetimleri demokratik olarak görmüşlerdir.
Şekil şartını yerine getirip bu denetim yapılarını kurmuş olmamıza rağmen bunların da “iktidar gücüne itaat etmesi” gibi garip bir hevesi kıramamışız. İktidarı ele geçirenlerin seçimler yoluyla değiştirilebilmesinin pek yaşanmadığı ülkemizde bir de iktidarların denetlenememesi durumu yaşanınca haliyle demokrasi dışı istenmeyen olaylar yaşanagelmektedir.
Ülkenin vatandaşları vergisini vermek ve vatandaşlık ödevlerini yapmak zorunda olmuşlar ancak onlarca kötü örnekte olduğu gibi bu vergilerin yerinde harcanıp harcanmadığı konusunda toplum duyarsız kalmıştır hep. Yanılıp da bu konuları sorgulayacak olanlara “güç gösterisi”nde bulunulmuş, hakkı yenmiş vatandaşların çoğu da bu güç gösterisini seyretmekten zevk almışlardır.
Ahilik felsefesi üzerine yazılan çizilen çoktur. “Kulaktan dolma Ahiyiz” hepimiz neredeyse. Ahilik öğütleri evlerimizin duvarında çakılıdır sadece, gönül derinliğimizde bir şey çağrıştırmaz... “Eline, diline, beline sahip ol” sözünü papağan gibi tekrarlayıp duran güç sahiplerinin neden eline, beline, diline sahip çıkmadığı konusunda bir soru sormak aklımıza gelmez. “Allah'ından bulsun” kolaycılığında yaşarız.
“Kontrolsüz güç, güç değildir” bir lastik reklamıdır sadece... Güç sahipleri denetim ve değişim kabul etmezler. Halbuki her şey gibi muktedirler de son kullanma tarihleri geçtiğinde çürümeye, bozulmaya, kötü kokular yaymaya başlarlar. Yanında, yöresinde bulunanları da rahatsız etmeye başlarlar, hatta onları da çürütürler.
Ahilik kuramı bu bozulmayı, çürümeyi kötü esnafın “pabucunu dama atmak” ile başlayan bir dizi önlem ile gidermeye çalışmıştır. Günümüzde bunun yolu anayasal düzen içinde tanımlanmış olmalıdır. Ülkemiz için 1982 Anayasasında açık ve seçik tanımlanmıştır. Gelişmiş demokratik ülkelerde bozulmuş ve çürümüş yapıları “millet adına” bağımsız ve tarafsız yargı ile anayasal kuruluşlar, medya ve sivil toplum kuruluşları denetler ve ayıklanmasına yardım eder.
Bu olmadığında ne olur? Neler olmaz ki? Anlatsak birilerinin gücüne gidecek. Ama yaşıyoruz hep birlikte. Artık ne anlıyorsanız o oluyor... Nereden baktığınıza bağlı olarak gördüğünüz değişiyor.
Bu tür durumları anlatmak için kültürü geniş bir milletiz. Bir öykü ile durumu özetleyeyim isterseniz. Eski bir hikaye ama yeni bir algı için takdirlerinize...
Zamanın birinde, bir oduncu ormanda odun keserken çalı arasında bir yılana rastlamış. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başını vurmak üzereyken bir an gözgöze gelmiş. Yaradana olan aşkı (yılan bile olsa) yaratılana yansımış ve yılana vurmaya kıyamamış. Yılan da duygulanmış ve dile gelmiş; ''Ey insanoğlu, sen bana kıyamadın, ben de sana iyilik edeceğim'' demiş. Bir kör kuyuya dalmış ve kaybolmuş. Biraz sonra ağzında bir altın lira ile dönmüş ve ''Bundan böyle ömür boyu sana hergün bir altın lira vereceğim!'' demiş.
Oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün şenlik olmuş. Ailesi dahil hiç kimseye olanı biteni anlatmamış. Herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun düzeldiğini zannetmiş.
Oduncu yıllar boyu her gün o kör kuyunun başına gitmiş, yılan ile buluşmuş ve altınını almış. Birgün oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Birkaç gün geçince bolluğa alışmış evinde darlık başlamış.
Oduncu oğlunu yanına çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış. ''Kör kuyunun başına git ve oğlum olduğunu söyle; yılan sana altın verecek!'' demiş. Oğlu inanmamış ama gitmiş.
Yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış. Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın getirmiş. Oğlan önce inanmadığı hikayenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış, ''Kim bilir daha ne kadar altın var kuyunun içinde!'' diye düşünmüş. Hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş.
Akşam yaklaşıp da oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş. Hasta yatağından sürünerek kalkmış. Kuyunun başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor. Yılan da o anda görünmüş; kuyruğu yok ve kanlar içinde. Oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş. Canının parçası oğlu yerde cansız, yıllardır velinimeti olan yılanda yaralı...
''Hatalı olan oğlum olmalı!'' demiş ve yılandan özür dilemiş. ''Tekrar dost olalım!'' demiş. Yılan ise acı acı gülümsemiş: ''Çok isterdim ama sende bu evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız!'' demiş.
Olan bitene bakıp herkes birbirini suçluyor. Olanlar sadece dün yapılan yanlışların bugün yaşanan sonuçları. Bana sorarsanız, ben Anayasal kurumların ve yöneticilerinin ufak hesaplarla nefislerinin kurbanı olduklarını, sonra da ülkemizi hatalarına kurban ettiklerine inanıyorum.
Bütçe görüşmelerindeki manzaraya bakarak tabii ki... Dün “Bütçe Hakkı”nı dayatanların bugün “Bütçe Hakkı”nı görmezden geldiklerini gördükçe “güç insanın güvesidir” demeden edemiyorum.
++++++++++++++++++++++++++

 

Yado Çeşmesi

KIRŞEHİR’DE Kervansaray Dağları’nda, Baran Dağları’ndan gelen pek çok çeşmemiz var. Bu çeşmelerimizin bir kısmı akıyor, bir kısmı kaybolup gitti. Bunları korumak için ilgililerimiz bir şeyler yapmalı diye düşünüyorum.
Yerlerin isimlerini bir gerekçe olmadan değiştirmek, dün de yanlıştı bugün de yanlış demiştim ya. Konu buraya gelmişken “Yado Çeşmesi”ni size anlatmamak olmaz. Anlatmalıyım ki ne demek istediğim anlaşılabilsin.
Bingöl’den Elazığ’a giderken, Bilaloğlu Köyüne varmadan önce, Yüzüncü Yıl Parkı ve Atapark olarak isimlendirilen bir bölgeden geçersiniz. Yol burada üç tepenin arasına sıkışmıştır. Tepelerin kuzey eteklerini bir dere öyle bir yontmuştur ki, oluşan kanyonun yola göre derinliği bazı yerlerde iki yüz metreyi bulur.
Tepelerden birisinde, bir zamanlar Bingöl İl Özel İdaresi’ne ait bir dinlenme evi bulunur. Tepelerden bir diğeri arkasında Bilaloğlu köyünü saklar, diğeri ise Bingöl Ovasını. Yüzüncü Yıl Parkının üzerine inşa edildiği yer, bu üçüncü tepedir.  Etrafında karayolunun “U” şeklinde dolandığı yumurta şeklinde bu tepe, gerek önündeki ürkütücü güzellikteki kanyona ve gerekse yeşil zengini Bingöl Ovasıyla, Ovayı çevreleyen dağ silsilelerine bakar.
Yüzüncü Yıl Parkının bulunduğu tepenin, Bilaloğlu tarafına bakan eteğinde Karayolları Genel Müdürlüğünün yaptırdığı bir çeşme vardır. Üzerinde Yüzüncü Yıl Çeşmesi yazılıdır. Bu tepenin bir diğer eteğine saklanmış iki katlı bir bina vardır, Yüzüncü Yıl Çeşmesi başında soluklananlara, kamyon şoförlerine ufak tefek hizmetlerin verildiği bir konaklama yeri.
Yörede bu tepeciği sorarsanız, size duraksamadan “Yado Tepesi” diyeceklerdir, çeşmeyi sorarsanız alacağınız yanıt; “Yado Çeşmesi” olacaktır. Buradaki konaklama yerinin sahibine, “Yado Çeşmesi” deyince yıllar önce, 1994’de, ben de sormuştum;
“- Peki amca, “Yado” ne demek?”
“- Vallahi beyim, zamanında, çok eskilerde ‘Yado’ diye bir eşkıya varmış. Buralarda yaşar, yol kesermiş. Bu eşkıya pek hayırsever imiş. Kazandıklarını (yani çaldıklarını) köylülere dağıtırmış. Onun adına yapılmış bu çeşme. Tepeye de onun adını vermişler…”
Bir doğa harikası tepeye, bir suları gürül, gürül akan çeşmeye, bir de bu hikayeyi iştahla anlatan adama bakmıştım. Bingöl’de hiç eşkıya eksik olmadığından anlatılan çoğu şey, götürülüp bir eşkıyaya bağlanıyordu nedense…
Sıcak bir yaz günüydü. Yado Çeşmesinin buz gibi suyuyla yüzümü yıkarken, köylünün saflığını, içtenliğini görmek kadar, Anadolu’nun bu cennet yöresinde, kökeni ta Orta Asya’ya uzanan bir kelimeyi, bir deyimi duymak da beni keyiflendirmişti. Biraz da şaşkındım.Kızmıştım, hangi aklı evvel “Yado” yerine “Yüzüncü Yıl” ismini buralara vermişti?

“Yado” veya “Yada” nedir bileniniz, duyanınız var mı?

Anadolu’da bir çok yörede, yaygın olarak, özellikle kurak giden günlerde, köylünün içini bir telaş kaplar. Tarladaki tohumluğu, ya da ürünü kavrulacaktır. Yağmur yağmalıdır, ama nasıl? Genlerine işlemiş bir alışkanlıkla, tüm çaresizlerin yöneldiği adrese yönelir. Gökyüzüne yüzünü çevirir. Tanrı’sına el açar. Kendi küçük dünyasında, Tanrı’sına yakarır, bir damla yağmur için.
Olmaz, bu defa tüm köy, tüm aşiret, tüm oymak toplanır, yüzlerini göğe, ellerini yere çevirir, Tanrı’dan suyunu, rahmetini dilenirler. Orta Asya’dan Anadolu içlerine kadar, kendisiyle birlikte taşıdığı bir adettir, bir gelenektir, görenektir, susuz kalmış insanımızın yaptığı. Atası da yağmur için dua etmiştir, dedesi de, kendisi de.
Yağmur duası, Türkler için yüzyıllara dayanan bir gelenektir. Bir şaman anlayışıdır, geleneğidir. İslamiyet’in kabulünden sonra, bir çok şaman anlayışı gibi, yağmur duası da, İslamî bir gelenek imişçesine devam etmiştir. Bu geleneğe verilen isim; “Ca-da”, “Ya-do” veya “Ya-da”dır. (1)
Bingöl’deki görev günlerimin üzerinden on beş sene geçti. Benim için o çeşme hep “Yada Çeşmesi”, o tepe hep “Yada Tepesi” olarak kaldı.

“Yada” isminde olduğu gibi, yer isimlerinin çoğu bizim Anadolu coğrafyasındaki varlığımızın, kültürümüzün, etkimizin, gücümüzün ve haklılığımızın kanıtıdır. Bir çok bilimsel araştırmada, soyut iddiaları somutlaştırmaktadır. Anadolu’daki bir çok yer isminin, en az Ahlat’taki taş oyma mezar taşları, ya da Tunceli’deki, Iğdır’daki koçbaşlı mezar taşları kadar, Türklüğün Anadolu’daki tarihî mührü olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Çünkü, biliyoruz ki, terör örgütünün on yıllardır hedefinde, tarihin bu sessiz tanıkları da bulunmuştur. Örgüt, maşası olduğu beyinlerin dün öğrettiği gibi bugün de ortak mazimizin tanıkları bu varlıkları yok etmeye çalışmaktadır.
Bu nedenlerle, yinelemekte fayda var. Yerlerin isimlerini bir gerekçe olmadan oynamak, dün de yanlıştı bugün de yanlış… Hele bu varsayılan gerekçe terörü aklamak, siyaset yapmak veya bunun üzerinden oy kazanmak ise daha da yanlış.
Haklı gerekçelerin ne olabileceğini tarihe bakınca görmek ve anlamak her zaman olasıdır. Neden Mısır uygarlığının var ettiği bir kente İskenderiye denmekte ise, “Konstantinopol”e de onun için İstanbul denmektedir. Bunda utanacak, sıkılacak, çekinecek, üzülecek bir şey yoktur.
Bundan ancak onur duyulur…
(1) Her Yönüyle Kürt Dosyası, Prof.Dr. Abdülhaluk M.ÇAY, Boğaziçi Yayınları A.Ş., Ankara, 1993, Sayfa 215, “Yağmur Duası, Yada Taşı İnancı…”

Ali Akdoğan
Ankara, 20 Kasım 2009
++++++++++++++++++++++++++

Kızılderili Kitabesinden

“Yalan, tohumdur. Bire kırk verir. Verdiği kırkın her biri bir tohumdur ki, o da bire kırk verir.
Bilgi de tohumdur. Bire yüz verir. Verdiği yüzün her biri bir tohumdur ki; sana bilgelik, torunlarına da ilham verir.
Zekâ, sudur; tohumları yeşertir. Yalanı da, bilgiyi de.
Yetenek, topraktır. Ne ekersen onu biçersin. Ekmezsen üzerinde ayrık otları biter.
Emek, güneştir. Tohuma da, suya da, toprağa da hayat verir.
Kader, çadırındaki kilim gibidir. İpliğini ulu “Manitu” verir, sen dokursun. Deseni sendendir, renkleri Tanrı'dan.
Şans, doğal gübredir. Affedersiniz, b.ktan bir şeydir yani. Ne zaman, nereye düşeceği belli olmaz. Kilimine düşerse kirletir. Desenini değiştirir. Her şeyi b.k eder. Oysa toprağına düşerse besler.”
Arşivimde “bir Kızılderili kitabesinden” diye not etmişim. “Tanrı, manrı hak getire”, bildiğin yontulmuş odunu tanrı bellemiş, ona tapınıyorlardı belki de. Ancak bilgelik dolu sözleri okuduğumda hayranlık duymuş, not etmişim. Bugün yaşadıklarımıza bir de bu özlü sözlerin ışığında bakalım istedim.
On yılı aşkın bir süredir şans yaver gitti. Her tuttuğu altın oldu neredeyse. Rüzgâr tersine döndüğünde tüm medya emrinde idi, otoriteyi eleştirebilecek neredeyse tüm kalemler kontrol altında idi. Bunlar da ekmeğini yedikleri lehinde kamuoyu oluşturmak için her yolu geçerli gördüler, sıkılmadan, utanmadan, korkmadan kullandılar. Gözümüzün içine baka baka “iyi olursa ustadan, kötü olursa çıraktan” dediler. Birçok felaket yaşadık, görmezden geldi “alo fatih medyası”... Ama bir gün… Soma’da üstelik birkaç kez “kaza geliyorum” dedi, dinleyen olmadı. “Şans” bu sefer yaver gitmedi, ihmalin ve umursamazlığın faturası resmi açıklamalara göre 301 cana çıktı. Ne zaman, nerede karşımıza nasıl çıkacağı belli olmayan “şans” ile bu şekilde yüzleştik. Hayat kilimine düştü, berbat etti…
İlk akla gelen “kader”di… “Madencinin yazgısıdır”, “Takdir-i ilahîdir”, “Ne gelirse Hak’tandır” diyerek “kader”e yıkmaya kalktılar bütün suçu. Oysa ihtiraslarına gem vuramayan, çok kazanma arzularına yenik düşmüş, “ensesine vur, lokmasını al” kolaycılığındakileri “işbilir” diye alkışlanmış, “yetmez ama evet” diyerek baş tacı edilmişti. İşlerinde “aklı, bilimi” rehber edinenlerin yerine “ayakları baş, başları ayak” yapıldığı için belki de, günahsız (resmi rakamlara göre) 301 canın, tüm uyarılara, emarelere, denetimlere karşın “can güvenliği” sağlanamamıştı. Tanrı’nın verdiği akıl kullanılamadığı gibi, dünyadaki benzer işleri yapanların ürettiği çözümleri de görmezden gelinmişti. Dokunulan hayat kiliminin desenleri Tanrı’nın verdiği iplikler kadar özenle seçilmemişti…
Bilgiye, zekâya, yeteneğe hayat veren emek görmezden gelinmekteydi. Emek hırsızlarının yalanlarını, pervasızlığını, acımasızlığını gören, fark eden oldu. Sermayenin emrindeki siyasetin körlüğü kötü niyetin korunmasının, fahiş hataların görmezden gelinmesini sağladı. Alınteri ile hayatlarını kazanmaya çalışanlar, kazandırdıklarının zekâtına bile layık görülmediler. Bu Ramazan’da aramızda yoklar, koca emek havuzunda çırpınan emekçiler arasında 301 canın yokluğunun farkında olan da çok değil.
Yetenek göz ardı edildi. “İltimas ve iltizam kaldırılacak”(adam kayırma ve rüşvet kaldırılacak) diyen Tanzimat Fermanının üzerinden neredeyse iki yüz yıl geçmiş. Bunları kaldırmayı bunca zaman başarılamamış, adam kayırma ve rüşvet akıllara durgunluk verecek düzeyde. Kurallar vardı, uygulayacak yetenek yoktu, uygulanmadı. Uygulamayı denetleyecek kurumlar vardı, yetenekleri yoktu, denetleyemediler. Görevlerini eksiksiz yaptıkları konusunda hâlâ tereddütler var. Toprağın binlerce metre altında dökülen alın terinin yüzde birini akıtacak yetenek sahibi sorumlular yeryüzünde olmadığı için 301 ocağı hala kavuran ateşin yangın yeriyiz.
Bilmeyen yoktu. Bilgi her yerde idi. İşçi de, işveren de, hükümet de biliyordu. Yürütmesiyle, yasamasıyla, yargısıyla devlet de ne yapılması gerektiğine ilişkin bilgiye sahipti. Bilgiyi kullanacak zekâ varsa da, niyet yoktu. Birilerinin işine gelmiyordu, maliyeti artırıyordu, bilgi kullanılmadı. Zekâyı bilgiyi uygulamaya koyacak şekilde kullanacak ya da kullanacakları yüreklendirecek ya da zorlayacak irade de yoktu. Bilgi boynu bükük kaldı. Bilge ataların ilham dolu torunları olmadı, ocaklara ateş düştü, yürekler yangın yeri oldu.
Allah’ın verdiği akıl da, zekâyı da bilgiyi yeşertmeye, geliştirmeye değil de yalanı, yanlışı, haramı yeşertecek şekilde kullanıldı. Kullananlar alkışlandı. Yalan yalanı, yanlış yanlışı, haram daha fazla haramı getirdi. Yıllardır devlet tarafından açık işletme olarak işletilen ve sıfır can kaybı ile çalıştırılan maden sahası, maliyeti azaltmak için yer altı maden ocağına dönüştürüldü. Yetkililer itiraz etmedi. Titizlikle denetlemedi. Kaza riski, kaza tehlikesine, tehlike de gerçeğe dönüştü.
Bu bir özeleştiridir ve yapılmalıdır. Sadece Soma için değil, tüm kazalar, kayıplar ve olaylar için yapılmalıdır. Her konuda bu tür özeleştirilere, “alınan dersler”e ihtiyaç vardır. Deprem, trafik terörü gibi belirgin risk alanları yanında gıda güvenliğinden ilaç denetimine, doğanın kirletilmesinden yok edilmesine, eğitimden sağlığa birçok konu “pimi çekilmiş el bombası” gibi bir kenarda duruyor.
Deprem riski yüksek bölgelerde “imar çılgınlığı”, verilen on yedi binin üzerindeki cana karşın korkusuzca devam ettirildiği herkesin bildiği bir konudur. Türkiye’nin deprem riski en yüksek bölgesinde yaşayan nüfusun on milyonun üzerinde olmasının yanı sıra Türkiye sanayisinin ve ticaretinin yüzde altmışını içinde barındırıyor olması ürkütücüdür. Bu durumu değiştirecek gerçekçi önlemler alınmıyor olması da ayrı bir endişe ve ayrı bir yazı konusu…
“Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” diyecek kadar deneyimli bir toplumun “iş başa geldikten sonra çare aramayı önlem olarak görmesi” kolaycılığından kurtulması gerekir. Bu yazıya ilham verecek özlü bir deyişi yaratan Kızılderili kabilesinden daha köklü ve esaslı yönetim deneyimi olan bir milletin başka acılar yaşamaması yönetenlerin elindedir ve iki cihanda da hesaba çekilecekleri öncelikli sorumluluklarıdır.
Önlem alınmadığı için kaybedilen binlerce cana, yakın zamanda eklenen 301 canın ve ekleneceklerin “kul hakkı”nı (bugün birçok konuda olduğu gibi) biz unutsak da Yaradan unutmayacak, er veya geç sorumluların önüne koyacaktır. Önemli olan bu kayıpların yaşanmaması için gerekenlerin zamanında yapılması ve her türlü engellemeye karşın toplumsal duyarlılığın sürdürülmesidir.

 

++++++++++++++++++++++++++

 

Terme taşı ve Orhan BAYCAN

Terme taşı garip bir taştır, bakınca bir şeye benzetemezsiniz, ama ilginç bir taştır. İşlenmemiş terme taşı sizi hayal âlemine götürür. Birçok şeye benzetirsiniz, bir tek taşa benzemez. Dedenizin yüzünü, ananızın, babanızın sıcaklığını bulursunuz onda. İçimizden biridir. Anılarımızdadır. Doğduğunuz şehri, Kırşehir’i hatırlatır sizlere. Masanızın bir kenarında bazen bir isimlik, sizi herkese tanıtan, bazen bir küllük sigaranızı söndürdüğünüz. Bazen de üzerinde oturur, bakınırız sağa sola, yokluktan bahsederiz, üstünde oturduğumuzun kıymetini bilmeksizin.
Nedir diye aradığınızda, “Terme taşı Kırşehir’in güneyinde(?) Kazankaya ve Terme hamamları arasından çıkarılmaktadır. Koyu kırmızı, açık sarı ve kahve renklidir.” (1) diye bir açıklama çıkar karşınıza. Ya da “çok eski zamanlardan beri çalıştırılan Terme Ocaklarında, Kırşehir’in içinde kuzey güney istikametinde uzanan, boyu 1,500 km.yi bulan, 10–150 m. Arasında genişlik gösteren bir traverten zuhuratı (oluşumu) ile karışık bulunan Terme oniksleri; renk itibariyle dünyada örneği bulunmayan bir oniks mermer cinsidir. Renkler o kadar mütehayyil ve renk varyasyonları gösteren tabakalar yekdiğerine o kadar ince ve yakındır ki ters damar olarak biçilen mermer içindeki renkler tavus kuşu kuyruğundaki renkleri ifade etmektedir.” (2) der bir başka uzman.
İlimizde taş işlemeciliği 1944 yılına dayanmaktadır. 1949 yılında Sanat Enstitüsünün öncülüğünde taş işlemeciliğinde Abdullah Ercan ve Haşmet Özbilek adlı öğretmenler tarafından makineli üretime geçildi. Teknik Lisede başlayan taşçılığın tanıtımında öncülüğü, ilk işyerini 1955 yılında açan, Orhan Baycan ve Adnan Özbey yapmışlardır. O yıllarda sadece iki atölye varken günümüzde turistik nitelik gösterdiğinden bu atölyelerin sayıları artmıştır. 1933 yılında Almanya’dan Hitler diktatörlüğünden kaçıp II. Dünya Savaşı yıllarında geçici bir süre için Kırşehir’e yerleştirilen Almanlar arasında bulunan Prof. Dr. Frizt Baade 1945 yılında tekrar ülkesine dönerken götürdüğü Terme taşını Almanya’nın Kiel şehrindeki evinde atölyesinde Vazoya dönüştürmüştür. Daha sonra Prof. Baade bu vazonun Kırşehir’e armağan edilmesini vasiyet etmiştir. 1954 yılında Vazo 1984 yılında torunu Arkeolog Doktor Hans Peter Laguer tarafından Kırşehir Müzesine armağan edilmiştir. (3)
Terme taşı yontulunca, zımparalanınca ve hele cilalanınca, yaratıcısına yeniden yaratma gücü verecek kadar güzelleşir. O çirkin, suratsız taş gider, bambaşka bir güzellik ortaya çıkar. Onca zahmet, emek, unutulur, yaratmanın zevki yaşanır.
Terme taşı dendiğinde, akla ilk gelen insanlardan birisidir, Orhan BAYCAN. 65 yıllık arkadaşı ve dostu Hakkı GÖÇEN’in vurguladığı gibi, “O; taş işçiliğinde, oniks taş işçiliğinde önemli hizmetler verdi, birçok arkadaşlar yetiştirdi. Yetiştirdiği arkadaşların birçoğu bugün ülkenin birçok yerinde ülke turizmi adına hizmet vermekteler. Ve hatta şunu söyleyeyim oniks taşını dünyaya tanıtan insanlardan bir tanesidir.”
O’nu tanıdığımda, oyundan kenara alınmış bir takım kaptanı idi. Yaşadığımız siyasi çalkantılar ve ailesi onun bir daha sahaya çıkmasına şans tanımadı. Ama o, limana çekilmiş, savaş gemisi “Midilli” gibi atıl kalmadı, kendi düşüncelerini, heyecanlarını, bilgisini, görgüsünü, eğitimini, deneyimlerini önce yakın çevresine, sonra tüm tanıdıklarına, okurlarına aktarmaya son nefesine kadar devam etti.
Kırşehir’de doğdu, büyüdü. Babasının icazetini liseye kadar aldı da, girdiği hukuk fakültesinin kapısından diplomasıyla çıkmak, mezun olmak babasının inadı yüzünden mümkün olmadı. Birçok konuda oğlunun ufkunu açan, hayat boyu karşılaştığı her olayda danıştığı babası, hatta ölümünden sonra bile “Recep BAYCAN buna ne derdi acaba?” diye düşündüğü babasına boyun eğdi, Hukuk Fakültesini bıraktı. Hayat fakültesinde okudu, biçer döverlerin tepesinde uçsuz bucaksız tarlaların ekinini biçti, bozkırın sıcağında, tozunda, ayazında kavruldu, Bölükbaşı’nın peşinde köy köy dolaştı, taşı işlemek için alet üretti, taşa hayat vermeye çalıştı. Başarılı oldu mu, olmadı mı? Takdir, bağrından çıktığı vefalı Kırşehir insanının, halkının.
Şekil vermeye uğraştığı terme taşı kadar, yeniden inşasına uğraştığı Kırşehir’de onun ellerinde bir anlam kazandı. Onun dönemini, anılarını yazan birçok insanın buluştuğu ortak payda; onun davranışta örnek insan ve Kırşehir’e sevdalı olması, yanında Kırşehir’in alt yapı sorunlarını çözen Başkan olmasıydı.
Yokluklar döneminde açılan çevre yolunu, mahalle aralarındaki yolları her geçişte duyduğu keyif kadar, özellikle de “ırmağın öte yanındaki” yollar üzerindeki garipliklere, terk edilmişliğe, ilgisizliğe kızgın bakışlarını ve homurdanmasını fark etmemek te olanaksızdı. Oturduğu Killik Sokak’a bir tek kaldırım taşının döşendiğini sağlığında görmedi. Kendisi yüzünden bir mahallenin mağdur edildiğini düşündü, daha da fazla üzüldü.
Karşılaştığı güçlüklere, çiğliklere ve vefasızlıklara gülerek baktı, muzip ve sevecen. Terme taşı gibi dayandı, dayandı. Çatlamadı, biraz aşındı, biraz çizildi. Bunu bile belli etmedi, ne bize, ne kendine. Sıktı dişlerini. İki damarının tamamen, bir damarının yüzde doksan beş tıkanık olduğunu öğrendiğinde de hiç tepki vermedi. Raporu merakla ve ayakta okudu, inceledi. Neşesini kaybetmedi. Çevresindekilerin endişelerine inat, güldü, gülümsedi.
Kırşehir’in geçmişini gelecek nesillere taşıma hevesini son ana kadar sürdürdü, söyledi, yazdı. Cezaevinin önündeki boş arsadaki kanalizasyon kazısında ortaya çıkan ve kırılmasın diye başında durarak bin bir zahmetle Belediye Binası önüne kadar taşıttığı küpün, bir an arkasını döndüğünde kırılmasında ne hissetti ise, Kırşehir Müzesinin önünden her geçişinde aynı şeyleri hissetti.
İsyan ettiğini okudum gözlerinde zaman, zaman. Köstebek gibi, altında, içinde ve üstünde çalıştığı, uğraştığı şehrinin bir türlü imar edilememesini hazmedemedi. Anadolu’nun diğer kasabaları şehirleşirken, Anadolu’nun kültür başkentlerinden birinin, Ahiliğin merkezinin, çalışkanlığın, çalışma disiplininin ve ahlakının başkentinin, memleketinin, Kırşehir’in kasabalaşmasına olan tepkisini ve isyanını okudum gözlerinde.
Başkalarının kaba yöntemlerle yapmaya çalıştığını, bir Anadolu evliyası alçakgönüllülüğüyle, nezaketiyle, efendiliğiyle kalemini kılıç yaptı, yazdı. İnsanları, yalnızlığını, çaresizliğini, yapmak istediklerini, yapılabilecekleri, iyi şeyleri, kötü şeyleri, aykırılıkları yazdı. Kişisel hesaplaşmaları, kısır çekişmeleri, ihanetleri yazdı. Yazamadıklarını sözleriyle, şakalarıyla paylaştı. İçindekileri akıttı, paylaştı yıllarca. Kimileri kızdı, kimileri sevdi.
Terme taşı, içinden fışkıran terme suyu ile bir başka anlam kazanır. Su taşı, taş suyu bütünler. Orhan BAYCAN da kendinde var olan nitelikleri kadar, ürettikleri ve yaptıkları ile, düşünceleri ve Kırşehir’e ilişkin projeleriyle anlam kazandı. Bize bıraktığı onurlu isim ve geçmiş için evlatları ve ailesi olarak bizler müteşekkiriz. Ama Kırşehir için yaptıklarına, bıraktıklarına tüm hemşerileriyle ve sevenleriyle birlikte binlerce kez müteşekkiriz. Terme taşının kıymetini bilemediğimiz gibi senin de kıymetini yeterince bilemedik sanırım.
Ruhun şad ve toprağın bol olsun. Tanrı sevgin kadar, sabrını da versin.

Ali AKDOĞAN

Dipnot:
(1) Türkiye Neojen Formasyonlarının Ekonomik Jeolojisi, Salih GÖK, MTA, Ankara
(2) Türkiye Oniks Mermerleri, İstihsal ve İhraç İmkanları, M.ARIKAN,
(3) Taş İşlemeciliği, Kırşehir İl Turizm Müdürlüğü Sitesi

 

++++++++++++++++++++++++++

 

YAĞI

Babaannemin sık kullandığı bir deyim idi; “Dostu sen kazan, düşmanı anan doğurur…” Ama peşinden ilave ederdi; “Oğlum, biriniz taş iseniz, biriniz kesek olacaksınız…” Öyle de yetiştik. Öyle de yaşamaya çalışıyoruz.
Günlük olayların telaşı arasında çok fark edilmese de, düşmanlık, düşmanca tavır, düşman gibi görmek, düşmanca söylem yaygınlaşıyor. Sadece siyaset üslubu değil, günlük hayatımızda etrafımızda konuşulanlar da düşmanca ve düşmanlık içeriyor.
Kırşehir’de doğmuş olmanın iyi bir talih olduğunu düşündüğüm çok zaman vardır. Anadolu’nun tam ortasında, kendisi ile barışık bir Anadolu kenti, Kırşehir, insanların arasındaki ufak tefek kırgınlıklar, çekişmeler bir yana durgun, dingin, huzurlu bir yerdi.
Doğduğum ve büyüdüğüm Medrese Mahallesinde, kavga, döğüş hatırlamıyorum. Lale Sokak ve Emine Kadın Çeşmesi etrafındaki ailelerin sakinliği ve huzurlu yaşamı, çocukluk gözlemlerim arasında var. Sokak ortasında birbirine girmiş, kavga eden, küfür eden insan manzaraları ne mahallemizde, ne sokağımızda ve ne de evimizde hafızamda yer almıyor.
“Kalenderlik”, “hoşgörü”, “samimiyet” rastlantısal mı, ya da ailemiz bizleri bu tür vakıalardan uzak tutmaya çalıştı ondan mı, bilemiyorum. Uyumlu ve anlayışlı komşuluk ilk çocukluk anılarımda var.
Sonrasında dünyadaki soğuk savaşın bir sonucu olarak iki süper güç arasında kalan Türkiye’de siyasî söylem sertleşti, kutuplaşmalar oluştu, cepheler yaratıldı. Önce Türkiye, sonra Kırşehir de bu gerginlikten nasibini aldı. Ülkemiz altmışlı, yetmişli, seksenli yılları düşmanca söylemler ve bunun sonucu olan hesaplaşmalar ile geçirdi. Ondan sonraki yıllar da öncesini aratmadı.
Yıllar sonra bu hoşgörü ortamının, “Hacıbektaş”ın ait olduğu dünya görüşünden kaynaklandığını daha iyi görebilmekteyim. Afganistan’ın kuzeyindeki Merv şehrinde doğmuş, Anadolu’da yaşamış ve Hakka kavuşmuş Mevlana’nın dostluk söyleminin, Orta Asya’dan kopup gelen engin bir kültürün, onlarca medeniyete beşik olmuş Anadolu’nun derinliklerindeki birikim ile harman olmasıyla insanlık için bir zirve olduğunu görmeliyiz.
Bugünün, söylemleri neye dayanırsa dayansın, insanlıkta sığ, yağılıkta okyanuslar kadar derin siyaset erbaplarının, toplumu hiç de iyi olmayan bir noktaya taşıdığını görmeliyiz. İnancı siyasette yer edinmek için kullananların, ibadethaneleri kışla görmesinin, yandaşlarını asker olarak algılamasının ne o kişiler için, ne o kişilerin peşine takılanlar için hayır içermediğini yediler, kırklar, tüm Anadolu erenleri yıllardır haykırmakta ama duymayacak kadar kibirli insanlar yumağı olduk.
Bir spor kulübünün gereken başkanı “Doğduğumuz günden beri iç ve dış düşmanla korkmadan savaşmışız ve her savaştan daha da güçlenerek çıkmışız” diye haykırmıştı kürsüden. Sanırsınız ki, bu beyefendi yıllarca elde silah, o cepheden bu cepheye koşturdu durdu. Anlatmak istediğini “nefret söylemi” içermeksizin, düzgün ve mantıklı cümleler ile ifade edebilirdi.
Bir diğer nefret söylemi siyaset kulvarından; “düşmanlarımızı sevindirmeyelim…” Sıradan konuları “düşman”, “savaş” ve benzeri gibi şiddet ve nefret çağrıştıran söylemlerle iki konuşmada geçen "düşman" kelimesi aklıma takıldı... Spor kulübünün hasbelkader başkanı "iç ve dış düşmanlar" derken, “savaşmışız” derken ne dediğinin farkında mı?
Sorumlu makamda bulunan birisi de "düşmanlarımızı sevindirmeyelim" derken hizmet etmekle yükümlü olduğu, vergisini veren, kurallara uyan, ancak o siyasî görüşe prim vermeyen kendi vatandaşlarını mı kastediyor?
Bu söylemler 30 Mart 2014 Seçimleri öncesinde zirve yaptı. Kefenleriyle meydanlara çıkanlardan, öfkeli kalabalıklara ölmüş insanları yuhalatanlara, seçim bürolarının taşlanmasından insanların öldürülmesine kadar bir dizi olay yaşadık. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Anayasal hakları olan barışçı gösteri haklarını kullanmaya kalktıklarında karşılaştıkları uygulamalar ve yargısız infazlar vicdanı olan her insanın yüreğini sızlatacak görüntüler içeriyor.
Ülkenin geldiği durum geçiştirilemeyecek kadar vahim. Muhaliflerini düşman görmek, yok etme hakkını kendinde görmektir. Ve bu bir tür "nefret suçudur". Er ya da geç hesabı sorulur. Bugün kendini muktedir hissedenin yarının muktedirlerine hesap verme riski ile karşı karşıya kalması kaçınılmaz bir sondur.
Biriniz taş olduğunda diğeriniz kesek olmayı beceremezseniz, bedelini, er ya da geç bir şekilde ödersiniz. 1980 öncesinde Ecevit ile Demirel bir türlü anlaşamadılar. Gerginlik ile çözüm aradılar. Millet olarak önemli sıkıntılar yaşadık, önemli bedeller ödedik.
Bir iktidarı, bir ideolojiyi ya karşıtı, ya da daha radikali er ya da geç alaşağı eder. Her ikisi de kendisini haklı çıkarmak eğilimi ve endişesi içindedir. İktidara gelen her kimse kendisinden öncekini karalamak, her fırsatta aşağılamak, yerden yere vurmak ile yetinmez hesaplaşmak, hesap sormak zorunluluğunu hisseder. İnsanın doğası gibi çalışır bu sistemin doğası da. “Fıtratında vardır”yani, kaçamazsınız.
Yaşadığımız coğrafyada bazen bedeninizden bulursunuz, yarattıklarınız, yetiştirdikleriniz, önemli mevkilere yerleştirdikleriniz sizi hesaba çeker, meydanlarda “kandırıldım” diye ağlar, gezersiniz. Bazen sizinle aynı görüşte ama daha aşırıların kucağında bulursunuz kendinizi. Bazen karşıt görüşü hesap sorma makamında görürsünüz. Çoğu zaman olduğu gibi Orta Doğu coğrafyasında Okyanus ötesinden birileri veya adamları gelir, hiç beklemediğiniz bir şekilde kaçacak delik arar iktidar sahipleri. Ama her zaman olduğu gibi, bu aymazlıkların bedelini, bu çaresiz, ayaklar altına aldığınız, her türlü yokluğu, yoksulluğu layık gördüğünüz bu fakir ama sabırlı millet öder.
Gelin, yapmayın, etmeyin, toplumu ayrıştırmayın, birbirine karşı düşmanlaştırmayın. Biriniz taş iseniz, biriniz kesek olun. Aynı ananın doğurduğu düşmanlar olmayın. Siz de huzur içinde yaşayın, bırakın millet de huzur duysun.  Gelin anlayın, dinleyin,“bin dost az, bir düşman çoktur.” Orta Doğu kaynıyor zaten. Sokmayın bu milletin başını belaya. Lütfen…

***

Her İşte Bir Hayır Vardır

Zamanın birinde ava meraklı bir padişah varmış. Bir de akıllı veziri. Bir şey olsa, vezir atılır, "bu işte bir hayır vardır padişahım" der, durumu dinler, anlar, düzeltirmiş...
Padişah zaman zaman vezirinin bu ön yargısına kızsa da, sonuçta onun haklı çıktığını gördüğü için pek ses etmezmiş.
Gel zaman, git zaman devir devran değişmiş, tüfek icad olmuş. Okla, yayla av devri bitmeye yüz tutmuş.
Padişah da kendine bir tüfek edinmiş. Hani horozu namlunun üzerinde olan o tüfeklerden. Almış da kullanmasını öğrenecek. Şöyle tutulur, böyle nişan alınır, horozu böyle çekilir, tetiğe böyle basılır derken, olan olmuş, tüfek patlamış patlamasına da, horoz ile tüfek arasına padişahın parmağı sıkışmış ve kopmuş...
Padişah can acısıyla kıvranırken, vezir yetişmiş: "aman padişahım geçmiş olsun, vardır bunda da bir hayır" demiş. Demiş demesine de siniri burnunda olan padişaha bu söz küfür gibi gelmiş, "alın bu pezevengi, atın zindana, geberene kadar orada kalsın" buyurmuş.
Veziri yaka paça götürmüşler, zindana kapatmışlar...
Yine gel zaman, git zaman, padişah acısını unutmuş, av merakı depreşmiş, tekrar av için yollara düşmüş. Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında av peşinde koşarken, yamyamlar padişahı ve avenesini yakalamışlar. Yamyam kabilesinin reisinin karşısına dizmişler. Reis, avladıkları avların boyuna boşuna bakıp, "bunu şu kazana koyun, haşlama yapın", "bunu şu şişe geçirin kızartın" diye sıradan herkese yapılacak işlemi söylüyormuş...
Sonunda padişahın önüne gelmiş, bakmış, kelli felli, besili, süt beyaz dişine göre birisi, tepeden tırnağa muayene etmiş. Bakmış ki bir parmak yok, "defolu bu mal" demiş, "atın bunu ormana, kurda kuşa yem olsun"...
Padişahı atmışlar ormanın derinliklerine... Olacak bu ya, bin bir güçlükle canını kurtaran padişah, sarayına dönmeyi başarmış. Derlenip toparlanıp kendine geldikten sonra, eline, kopmuş parmağının bulunduğu eline bakarken, veziri aklına gelmiş...
"Yahu" demiş, "adama büyük haksızlık etmişim", "her işte bir hayır vardır" demişti, "parmağım kopmamış olsaydı, yamyamlar beni de diğerleri gibi yiyecekti"... "Gidin, tez varın, sevgili vezirimi getirin bana, inşallah ölmemiştir zindanda..."
Veziri getirmişler, huzura çıkarmışlar. Padişah özür dilemiş, "haklı çıktın" demiş, "ama biz sana haksızlık yaptık"...
"Olur mu padişahım" demiş vezir atılarak, "bu iştede bir hayır vardı mutlaka"...
Padişah kükremiş yine: "Behey adam, şu haline bak, zindandan çıkarmasaydım, ölüp gidecektin oralarda... Bir deri bir kemik kalmış, kıl yumağına dönmüşsün, insanlıktan çıkmışsın, hala aynı teraneyi tekrar ediyorsun..."
"Kızmayın padişahım, ama bir düşünün, parmağınız koptuğunda siz beni zindana atmasaydınız, muhakkak ki ava sizinle ben de gelecektim, yamyamlar beni de yiyecekti... Yaptığınızın hayrı benim de canımı kurtardı..."
Sözün özü: "Her işte bir hayır vardır, ama bizim fark etmemiz gerekmez."
Son bir senedir ülkemde olana bitene bakınca bu hikâye bana daha bir anlamlı geliyor nedense?
Kahramanlarını zindanlarda çürümeye terk eden milletlerin, fedakâr evlatlarına kurulan “kumpas”ı kuranlara da, göz yumanlara da söyleyeceği bir son söz elbette vardır. Her şerde bir hayır olduğu gibi…

***

Sittin sene mağduriyet

Başı sıkışan birilerinin sittin senedir uyguladığı “mağduriyet edebiyatı” ile yine ve çok çarpıcı bir şekilde karşı karşıyayız. İnsanlar polisin kullandığı orantısız güç kullanımından ve hukuk dışı uygulamalardan rahatsız. Polis, uygulamalarının “Biri Bizi Gözetliyor” programı gibi 24 saatlik yayında olmasından rahatsız. Hükümet hem vatandaşının yaşadığı mağduriyetten rahatsız, hem de polisin hukuksuz uygulamalarından rahatsız ve hem de medyanın yaşananları yansıtma biçiminden rahatsız (tavırları böyle değil, yaşadıklarımız tam tersi ama gönlümden geçen bu)…
“Sittin sene” deyince anlaşılmayabilir. Kelime anlamı “altmış yıl” demek, yaygın kullanımı ile “insan ömrü” gibi sonu mutlaka belli, ama sonunun kestirilmesi belirsiz olan bir süre anlamında kullanılıyor. “Mağduriyet” ise kısaca; “gadre, haksızlığa uğramışlık” demek…
Zeki Demirkubuz’a göre "Bu ülkenin zaten yegâne hayat bilgisi mağduriyet… Evet mağduriyet var, koca Türk Toplumu için bir şikâyet konusu, ama değiştirilecek bir şeyden çok bir varoluş şekline dönmüş”. Açıkçası “mağduriyet”; bir makam, bir memuriyet unvanı gibi “statü” yaratan bir duruma geliyor, eninde sonunda.
Pınar Selek bu konuyu “kadın mağduriyeti” açısından incelemiş. Nitelemeleri ve ulaştığı sonuçlar ilgi çekici; “İnsan, mağduriyetin ne olduğunu, tokat yiyince anlıyor. Hele tokatları ardı ardına yiyorsak, bir de tekmeyle yere çakılıyorsak… Bir el arıyoruz bizi kaldıracak.”
“Mağduriyeti görmezsek, onunla yüzleşmezsek, yok ve doğal sayarsak, iktidar ilişkilerinin şiddetini meşrulaştırmış oluruz… Kurban kimliğinin içine sıkıştırılan bu konum(mağduriyet), bireyin ya da toplumsal grubun marjinalleştiği bir durumdur… Şiddetle yaratılan ‘mağduriyet’, bir kimliğe dönüştürülür ve ‘kurban’ olan için, bu kimlikle yaşama koşulları yaratılır. Mağdura var olabileceği bir alan tanınır ve bu alanın dışına çıkması yadırganır.  Mağduriyet konumunu vurgulayarak yapılan her şey kabullenilir. Ama bu konumu alaşağı eden bir iddia ortaya koyulunca, huzur bozulur. Rahat kaçar.”
“Kimi zaman mağdur, bir oyuncak haline gelir. O, bu kimlikten sıyrılınca da bazılarının elindeki oyuncağı almış olur. Elinden oyuncakları alınmış yetişkinler, çocuklardan daha haşin olurlar zaman zaman… Bu ilişkinin en yıkıcı sonucu mağduriyetin, öncelikle bunu yaşayan tarafından, bir kimlik olarak benimsenmesidir. Dolayısıyla, kurban konumuna gömülme, iktidar ilişkilerini onaylamadır. Sadece bu kadar değil: İktidar ilişkilerini kalıcılaştırmadır.”
“Mağdur kimlikli insan, yaşadığı haksızlığa odaklanarak başkalarında onaylamadığı davranışları, her şeyi kendine hak görür ve kendi şiddetini mağduriyet söylemiyle ‘süsler’. Çünkü kurbanlık konumu, iktidar talep etme konumudur aynı zamanda.”
Bu anlamda en temel örneklerden birisi Orta Doğu’nun kalbindeki İsrail Devletidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin faşizmin pençesinde yaşadıkları tüm dünyayı etkilemiştir. Yahudilerin mağduriyetini işleyen müzelere tüm Avrupa’da rastlayabilirsiniz. Mağdur edilmiş Yahudilerin devlet kurma talepleri karşılık bulmuş, İngiltere ve ABD’nin desteği ile 1948’te İsrail Devletinin kuruluşu ilan edilmiştir.
Pınar Selek anlattıklarını örnekliyor; “İsrail ne yaparsa yapsın “suçlu” değildir. Mağduriyetini kendi şiddetinin dokunulmazlığı olarak kullanıyor. Irak’taki Kürtler ve Şiiler de, mağduriyet kostümüyle aynı roldeler.” Türkiye’de ise PeKaKa Terör Örgütü gibi “marjinal ve eli kanlı örgütler” otuz bine yakın insanımızın ölümüne yol açan vahşi süreçteki rollerini bile “mağduriyet söylemleri” ile haklı bir zemine taşımaya çalışıyorlar. İslam’ın terör ile anılmasından rahatsız olsak da din ve kutsal değerleri kullanan bir kısım örgütler acımasızca terör estirmelerine karşın “mağdur edilmişlik" çıkış noktasını kullanıyorlar.
Ama hepsi de tartışılmaz gördükleri bir iktidar talebi içindeler… Pınar Selek’in tespiti ile “Mağdur kimliğinin içine giren, ezeli bir alıcı rolünü, ne yaparsa yapsın suçsuz yargısını takıyor omzuna…  Eleştirilmez, dokunulmaz, yargılanmaz oluyor.”
İktidarda bulunanların sittin senedir mağdur rolüne soyunmaları acınası bir durum. Muktedir olduklarında mağduriyet yaratmamak, olmuşsa yarattıkları mağduriyeti akıllı yöntemler ile kaldırmaya çalışmak yerine “iktidar güç ve olanaklarını kullanmak suretiyle mağduriyeti bastırma, durdurma, susturma ve sindirme” yoluna saparak var olan mağduriyetten yeni mağduriyet alanları ve kitleleri yaratmaktan çekinmiyorlar.
Milletin yıllardır yedi gün yirmi dört saat yaptıkları gafları izlemek durumunda bulunduğu bir kısım siyasetçiler yedi yıldızlı hayat yaşamaktalar ama hâlâ “mağdurum” demekten medet umuyorlar. Mağdur etmedikleri bir canlı türü kalmamış olmasına rağmen mağdur rolünde ısrarcılar. Doldurulan deniz alanlarını, kirletilen ve doğası değiştirilen akarsuları, siyanürlenen dağları, yakılan, yok edilen ormanları, imara açılan ormanları ve tarım arazileri kullanmakta olan canlı türlerinin yaşam haklarını yok etmekteler. Gerekçeleri ne denli haklı olursa olsun yaratılan canlı mağduriyeti değişmemekte. Bu doğal varlıkları ve doğayı çeşitli şekilde kullanmakta olan vatandaşların cılız feryatlarını “mağdurların mağrurlaşmış kulakları” duymamakta direndi, direniyor yıllardır.
Bugün iyi yönetilemeyen bir krizin oluşturduğu sonuçları üzülerek takip ediyoruz. Bu olayların diyalog ile değil de polis gücü ve şiddeti ile önlenebileceği varsayımı ve yanılgısı Türk milletinin görmek ve yaşamak istemediği üzücü ve düşündürücü sahnelere ve sonuçlara neden oldu. Varsayım tutmayınca kullandığı yöntemler ve söylemleriyle iktidar, siyasetçiler ve medya tüm dünyanın ilgi(?) odağı oldu. Kendi deyimleriyle “haksız ithamlar”(?) ile karşılaştılar, dünyada oluşan tepkinin mağduru olmaktan kurtulamadılar.
Burada yönetim hatalarının, olaylara katılsa da, katılmasa da yönetenlerin vatandaşları değişik şekillerde mağdur ettiğinin anlaşılması gerekmektedir. Parti programına bile koymayı akıl edemedikleri bir takım “zihni sinir projeleri”ndeki ya da “son anda akla gelmiş parlak fikirler”deki çıkar ve rant kokularının, geçim ve gelecek derdindeki vatandaşları rahatsız ettiğini görme basiretini siyasetçilerden beklemek herkesin hakkıdır. Milletin hizmetinde olduğunu iddia edenlerin bunu sadece sözleriyle değil eylemleriyle ve davranışlarıyla da Türk Milletine göstermeleri beklenmektedir. Mağduriyet yeni mağdurlar yaratılarak millete anlatılamaz.
Son bir aydır görüldüğü gibi şiddet söylemi bile şiddet doğurmaktadır. Bu tür olayların kazananı bulunmaz, kaybedenleri bu ülkenin yöneticileri değil, yönetilenleridir, vatandaşlarıdır. Masum insanların masum kalmalarının sağlanamamış olması bile yönetim için başarısızlıktır. Vatandaşın sağduyuya çağrılması kadar, karşılaştığı olaylarda devlet gücünü kullananların sağduyulu davranmasına da ihtiyacı vardır, mağdur edebiyatı ile süslenmiş öfke krizlerine değil. Sittin senedir mağduriyet söylemleri alkol bağımlılığı, sigara tiryakiliği gibi herhalde. Mağduriyetin yarattığı statüyü kullanmaya çalışmaktan vazgeçemiyor birileri…
İktidarda olsun, muhalefette olsun, millete hizmeti bir sektör olarak görüp ipotek koyanlara, kendilerinden başka kimsenin bu şansa sahip olmaması yolunda direnenlere bir şekilde “mağrurlanma padişahım senden büyük Allah vardır” diyebilmeliyiz… Yoksa sittin sene, kendini ilah sanan aynı siyasî kadroların esiri olarak yaşamaya mahkûm kalırız.

***

Çılgın Projeler ve kısmetsiz Kırşehir

İstanbul’a üçüncü köprü projesi için tantanalı bir temel atma töreni yapıldı. Bugünlerde köprünün bağlantı güzergâhlarındaki değişiklikler konusunda gündeme gelen bir tartışma büyüyor. Bu tartışmaya karşı hükümet kanadından yapılan açıklamalar düşünebilme yetisi olan her insanı endişeye sevk edecek sığlıkta; “Yanlış yapılan bir iş yok. Köprü güzergâhında bazı yerlerde mecburi sapmalar oldu. Mesela kuş yollarına rastladı Riva deresinde. Orada hafif yolu değiştirdik. Kaynak sularına rastlayan bölgeler oldu, değiştirdik. Böyle mecburi ufak tefek değişikliklerin planlara işlenmesi lâzım. Yapılan işlem budur.” Yani “dakika bir, gol bir”…
İnsan düşünmeden edemiyor, bu denli büyük bir projede yapılabilirlik etüdü yapılmadı mı acaba, yapıldı ise bu tür maliyet ve risk yaratabilecek unsurlar bu etütte neden araştırılmadı? Ya diğer büyük projelerde, ortaya atanların tanımları ile “çılgın projeler”deki durum nedir? Turgut Özal zamanında Ankara-İstanbul Otoyolu’nun Bolu’daki kebapçıların hatırına yüz kilometre (bir buçuk saat) uzatılması gibi bir durum mu var? Malum her gün binlerce araç tonlarca yakıtı bir siyasetçinin basit oy hesabı yüzünden Ankara-İstanbul Otoyolunda fazladan tüketiyor, yıllarca da tüketecek...
Bu çerçeveden bakınca, İstanbul için öngörülen yüz milyar doları aşkın yük getiren bütün “çılgın projeler” için son bir kez daha durup düşünmek gereği ortaya çıkıyor. Bizim üç beş kalem “çılgın proje” için ödeyeceğimiz miktar bugün için yüz milyar doları aşacak gibi görünse de sonradan ortaya çıkacak idame ve geliştirme masraflarının da farkında olmak gerekli. Türkiye’nin toplam dış borcunu ikiye katlayacak bu tür girişimleri cin fikirli bir ekibin şeytanî hırslarından ayırıp, akl-î selim ile irdelemek gereklidir. Sermaye birikiminin yeterli olmadığı ülkemizde, bir de her şeyi borç alarak yaptığımız düşünülürse kılı kırk yarmak kaçınılmaz bir durum.
Kırşehir gibi birkaç yüz milyon dolara ihya olabilecek onlarca il, devlet elinin uzanmasını bekliyor. Anadolu’nun bağrında kangren olmuş ve çözümlenemeyen yüzlerce sorun kaynak yetersizliği nedeniyle yıllardır bekliyor. Durum bu iken son anda akla gelmiş izlenimi yaratan, getirim(rant) yaratmaya yönelik parlak(?) fikirlerin özellikle bizim gibi az gelişmiş beldelerde cidden tartışılması gerekmez mi?
Her çekilişte bilet alanlar için Milli Piyango ümit kapısıdır, ama her seferinde çoğumuz için hüsran ile biten bir oyundur. Büyük ikramiye doğal olarak çoğunlukla Ankara, İstanbul gibi büyük illere vurur. Bir kişiyi çıldırtacak kadar zengin edecek rakamlardaki para talih kuşunun istatistik ilmi gerekleri çerçevesinde çok bilet satılan illerden birisine çıkar. Ancak devlet Millî Piyango İdaresi gibi rastgele düzende çalışan bir yapı değildir ve olmamalıdır. Bu nedenle bir ülkenin külfetlerinin nasıl hakça bölüşülmesi gerekiyorsa, nimetlerinin de hakça paylaşılması gerekir. Son “çılgın projeler manzumesi” ister istemez “bu piyango bize ne zaman vuracak” sorusunu aklımıza getirmektedir. Buradaki temel soru neden devlet İstanbul’a yağdırıyor bu projeleri, piyango neden hep İstanbul’a çıkıyor?
Bu kadar dar ve her yönden değerli bir alanda getirisi yüksek projeler oluşturmak birçok yatırımcının iştahını kabartsa da İstanbul’daki çılgın projeler” Türkiye için “kısır döngü” ve “karabasan” içeriyor. Neden derseniz, basit birkaç yanıtı var; “yatırımlarınızı bir bölgeye yığar ve bu bölgede sınırsız bir istihdam yaratırsanız, bölgeler arasındaki gelişmişlik farkını uçuruma çevirir, var olan kısır döngüyü güçlendirirsiniz”. Yüksek deprem riskinin bulunduğu bu bölgede karşılaşabileceğiniz deprem sonrası olacak kayıpları da yükseltmekte oluşunuz da düşünen her insanın karabasanıdır…
Bunlardan öte, bu çılgın projeler için borçlanacak Türkiye’nin istikrarlı ve dengeli gelir dağılımı, büyüme ve gelişme seçeneklerini çok tartışmadan “ben karar verdim, oldu da bitti maşallah” mantığı ile gözü kapalı maceraya atıldığı izlenimi edinmekteyiz. “Akıl bize gerekmez, bilim bize gerekmez” mantığı ile bu ülkeyi yönettiğini düşünenlerin yaratacağı fatura hepimizin boynuna asılacak ise bu çılgın projeleri sorgulamak gelecek nesillere borcumuzdur.
Ekstrem Mühendislik yeni bir alan sayılmaz. Mühendislikte inşa edilirken çökebilecek yapılar yapabilme becerisini gösterebildiğimiz “ekstrem” (sıra dışı, uç, aşırı) işler dikkate alındığında, cin fikirli müteahhitlerimizin ekstrem mühendislik yapılarına karşı hevesli olabileceğini düşünebiliriz. Ancak Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Palmiye Adası, Dubai Dünyası gibi ekstrem mühendislik projelerinde iş yapabilecek firmalar ABD ve Avrupa’da karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla bu tür “çılgın” projeleri ortaya atan, finansmanını ilgili ülkeleri borçlandırarak sağlayan, doğulu “aklı gıvık” yöneticileri bu tür işler için heveslendiren, sonra da bu ihalelerde aslan payını alan onlar olacak mutlaka...
BAE’deki uygulamalar ile bu ülkenin (aşırı bir tanım olmaz ise bu aşiretler birliğinin) gelecek on yıllarının gelirlerine, bu yolla şimdiden Hollanda ve İngiltere firmalarınca el konulmuş durumda. Bu projeler ile ortaya çıkan varlıkların ayakta tutulmasının maliyetleri de cabası. Dubai Dünyasını oluşturan yapay adaların giderek denize gömüldüğü ve kanalların kumla dolduğu haberlerini okuyoruz. Bu tür yapay coğrafya yaratmanın kısa ve uzun vadeli riskleri bulunmaktadır.
Anadolu’nun göbeğinde hektarlarca arazi ciddî sulama projeleri, yoğunlaştırılmış tarım uygulamaları, hayvancılık destekleri beklemekte iken avuç içi kadar bir alana yüzlerce milyar dolar harcamak kabadayı tavırlar ile geçiştirilemez. Mevcut yatırımların cazibesi ile yirmi milyona doğru giden nüfusu ile bugün bile yönetilemez noktaya gelmiş bir dünya metropolünü, bir dizi “çılgın proje” ile gem kabul etmez bir canavar haline dönüştürmek gelecek nesillere anlatamayacağımız bir durumdur. Bunların üzerine bu çılgın projelerin uygulanacağı vatan parçasının birinci derecede deprem bölgesi olması gerçeğini de bu endişeli soruların yanına ilave edin. Bu bir tür kıyameti andıracak toplu intihar yöntemi olarak karşımıza çıkabilir. Bu işlerin altında imzası olanların yarın binlerce insanın ölmesi için bu riskli alanda yığılmasını sağlamak gibi bir vebal altına girdiklerinin de farkında olmaları gerekir.
Kırşehir, hamdolsun(?), muhafazakâr sağ iktidarların 1950’li yıllarda, siyaseten tüketemedikleri rahmetli Osman Bölükbaşı ve onun partisine karşı yürüttükleri linç kampanyasının sonucunda ekonomik dinamikleri ve damarları kesilerek küçük bir il haline dönüştürülmüştür. Sonraki yıllarda yine aynı kör siyaset anlayışının ürettiği politikalar ile dışarıya göç veren ve nüfusu azalan bir il haline getirilmiştir. Anlamlı bir devlet desteği hiçbir dönemde Kırşehir’e yöneltilmemiş, Orta Anadolu’daki her anlamlı devlet projesinde “by-pass” edilmiş, ekonomisi cılızlaştırılmıştır. Marka bir değer yaratacak sermaye oluşmaması için toprak mülkiyeti çok parçalı hale getirilmiştir. Sözde “demokrasi şehitleri ve gazileri” tarafından küçük ölçekli bir Anadolu kasabasına dönüştürülmüştür.
Yetiştirdiği bürokrat ve devlet adamlarından anlamlı bir vefa görmemesinin yanı sıra, seçtiği milletvekillerinin bile ajandalarında anlamlı bir yeri olmamıştır. İlçelerinin fiziksel yakınlığına karşı, tinsel(manevî) uzaklığı nedeniyle gelişme dayanışması ve dinamizmini bir türlü yakalayamamış Kırşehir, Hacıbektaş’ın kendisinden koparılmasının hasarlarını atlatamamış, hiçbir zaman da atlatabilecek gibi görünmemektedir.
Bağları ve bahçeleriyle, yeşili ile övünen Kırşehir’in son imar uygulamaları ile Kılıçözü Çayı vadisi başta olmak üzere, mümbit ve yeşil tüm alanları ranta kurban edilmiş, çok katlı imara acımasızca açılmıştır. AKP beldelerinin çoğunda görülen vadi düzenlemesi ve yeşil alan genişletilmesi çalışmalarının aksine Kırşehir’in AKP’li belediye başkanları doğaya ve yeşile isyan, betona tapınma halinde Kırşehir’in can çekişmesini hızlandırmışlardır. Tarım Bakanlığı’nın kamu ilanlarında ısrarla altını çizdiği tarıma elverişli alanların imara açılmaması ve betonlaştırılmaması çağrılarına ilimiz belde başkanları muhalif kalmışlardır ne yazık ki? Doğal olarak kaybeden Kırşehir ve Kırşehirli olmuştur, olmaktadır. Özetle Kırşehir iktidarlara muhalif olmuş bir darbe yemiş, iktidarlara yandaş olmuş binlerce darbeler yemiştir, yemeye devam etmektedir.
Kırşehir ve Kırşehirli ne yapsa, ne etse; ne İsa’ya yaranabilmektedir, ne de Musa’ya.

***

Her kula helâl, Müslümana haram

Vaktiyle Bursa’da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”
Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…
Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İslâm, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla… Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama.
Adam:
- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış:
- “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş:
- “Nedir gerekçen?” diye sormuş.
Adam: - “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş, ama diğer yandan o da meraklanmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?”
Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”
- “Eeee?”
-“Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…”
Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…”
Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler…
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş.
Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine…
Sultan:
- “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…”
Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler… Ve bir Allah’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış…
Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok! Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!”
- “Vah vaah! Acırım arkasında kıldığım namazlara…”
- “Sorma, sorma…”
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Eee, ne olacak şimdi?
Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!” demiş…
Bu hikâye alıntıdır. Ne kadar gerçektir bilemiyorum. Ancak hikâyede sözü edilen Arap Şükrü Çeşmesi Bursa’da bulunmaktadır.
Amacım bu hikâye üzerinden bugünü düşünmenizi sağlamaktır. Milletine hizmet etmiş ve hatta ebediyete intikal etmiş bu milletin kahraman ve fedakâr insanlarını yandaş kalabalıklar önünde veya yandaş medya üzerinden büyük bir iştah ile aşağılamaya çalışılmasını eleştirdiğimi de düşünebilirsiniz. Ya da ömrünü millete hizmet ile geçirmiş veya hizmet etmekte olan insanların son on yılda karşılaştıklarını hatırlatmaya çalıştığıma da vehmedebilirsiniz.
Çevrenize ve kendinize biraz bakarsanız bu kıssadan kendiniz için hisse çıkarabilirsiniz. “Düşenin dostu olmaz” diyebilirsiniz, ama “yiğidi öldür ama hakkını yeme” diyen sağduyunuzu da dinlemeniz gerekmez mi?
Siyaseti ve siyaset dilini temiz tutmak ilk önce kırk yıldır siyasette boy gösteren kaşarlanmış siyasetçilerin görevidir.
***

Bu Memleket Bizim

“Dörtnala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim…” diyor Nazım Hikmet.
Bu güçlü dizelerin yazarı yıllar boyu muhafazakâr çevre tarafından “komünist” diye aşağılandı. Muhafazakârlığın bayraktarı bir parti ve anlayış tarafından adlî ve idarî takip ile yıldırılmaya çalışıldı. Zindanlarda çürümemek için ülkesinden kaçmak zorunda bırakıldı.
Kendilerini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlayan kitlenin bugün “milliyetçiliği ayaklar altına alınabilecek” bir değer olarak görmekte olması, acemice kullanmaya çalıştıkları Nazım Hikmet ile dün nerelerde ayrıldıklarını görmemize yardımcı oluyor.
Suçlandığı “komünistlik”, memleket hasreti ile yaban ellerde vatanına sevgisini ve özlemini haykırmasına engel olmadı;
“Bilekler kan içinde
Dişler kenetli
Ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim…”
Mesleğim gereği memleketin dört bir yanını görmek olanağını buldum. Sırpsındığı’ndan (Edirne’nin batısında tarihimize mal olmuş bir bölge) Dilucu’na (Iğdır’dan Hasret Köprüsü’ne uzanan Atatürk’ün İran’dan satın aldığı coğrafi alan) Rezve Deresi’nden (Bulgaristan ile Karadeniz sınırımızı belirleyen akarsu) Cudi Dağı’na, Malazgirt’den, Ahlat’dan Gelibolu’ya, Datça’dan Sarp Sınır Kapısı’na, Alican Hudut Karakolu’ndan Behramkale’ye gezip görme ve hatta yaşama şansım oldu.
Bingöl’de Yüzen Ada’dan Nemrut Krater Gölü’ndeki adacıklara, Murat Mansabı’ndan (Diyadin) Atatürk Barajı’na (Murat ve Karasu Nehirlerinin birleşip Fırat olduğu bölge), Malabadi Köprüsü’nden Süreyya Pınarı’na (İran ile sınırı çizen Sarısu Deresi’nin mansabı), İnebolu’dan Silifke’ye, Kerempe Burnu’ndan(Adapazarı) Yazılı Kaya’ya (Antalya) ilginç ve anlatılması zor güzellikleri yaşamış olmak bu satırları yazarken bile bana ayrı bir keyif veriyor.
Otuz yılı aşan meşakkatli görev yılları sonrasında yine göğsümüz kabararak ozanımıza eşlik etmekle gururlanıyoruz; “Bu cehennem, bu cennet, bu memleket bizim…”
Brüksel’de iken Cudi Dağı’nda kaybolduğunu ve Türk askeri tarafından ölmekten kurtarıldığını anlatan bir Belçikalı ile tanışmıştım. Cudi Dağı’ndaki efsanevî Nuh’un gemisi için hayatını riske atan mösyö örneği yanında, Ağrı’da üç yıl kalıp da Ağrı Dağı’nı görmemiş insanların varlığı da bana manidar gelmişti.
Norveç’in NATO nezdindeki Askeri Temsilcisi sergilediğimiz bir Bağbaşı (Kırşehir) dokumasındaki ilmek sayısını merak etmişti. Hollanda Askeri Temsilcisi halılar üzerine gerekli açıklamayı bizlere gerek kalmadan yapmıştı. Bugün çoğumuzun Kırşehir’de dokunan halılar ve kilimler konusunda belirgin bir farkındalığı yoktur.
Bir Fransız çalışma arkadaşım “Türkiye’nin doğusu su zengini, batısı su fakiri. Bu durumu nasıl dengeleyeceksiniz” diye sorduğunda İkinci Milenyuma henüz girmemiştik. Bu ülkenin vatandaşı, eğitimlisi ya da eğitimsizi ülkesine bu gözle hiç bakmamıştı. Ama emperyalist dünya için tüm Orta Doğu coğrafyasının su zengini ülkesi Türkiye idi. Ve de Türkiye, zamanın ABD Dışişleri Bakanı’nın deyişi ile “Türklere bırakılmayacak kadar değerli bir coğrafya” idi. Ama biz bu değerli coğrafyaya nasıl bakıldığının çok farkında olamadık. Her sıkıştıkları sorun için “ver-kurtul” ile çözüm düşünenler de farkında olsalar da belirli etkiler ile görmezden geldiler ve de görmezden gelmeye hâlâ devam ediyorlar. Aslında Türkiye başkalarına bırakılmayacak kadar değerli…
Diyarbakır’da görevli iken sınırdaki mayınların temizlenmesi çalışmasında 1981’de paramparça olarak şehit olan sıra arkadaşım Şerif Aracı Ardanuçlu idi. Hatay’da kaçakçıların 1978’de şehit ettiği Veli Ayyıldız Şuhutlu idi. 2007’de Sarıkamış Şehitliği’nin kitabesinde Kırşehir doğumluları arar iken Orhan Baycan’ın parmakları ile okşadığı isimler arasında memleketin dört bir tarafından gençlerimiz vardı. Bu insanlar doğdukları yerlerden kilometrelerce uzaklarda, metrelerce yukarılarda dağ başlarında genç bedenlerini Türkiye başkalarına bırakılmayacak kadar değerli olduğu için mermilere siper ettiler. Bu gerçeği yani milliyetçiliği görmezden gelmeyi dayattı birileri. Millet itiraz etmedi. “Üç beş Mehmet şehit oldu diye Meclis mi toplanır” diyen milletvekilinin ne dilinin altındaki baklayı ne de ne düşünerek bunları söylediğini merak etmedik.
Yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu en değerli parçası olan Balkanlar’dan bir daha dönmemek üzere “üç-beş çapulcu” tarafından çıkarıldı. Buna sadece askerî bir olay gibi bakıldı. Öncesini sorgulamadık. Siyasî ve sosyal nedenlerini incelemedik. Siyasî sorumlularını görmezden geldik. Hâlâ bu bozgun askerî bir olay olarak anlatılıyor. Askerine “memurum” diyen zihniyet, siyasî hataların ne büyük kayıplara ve ıstıraplara neden olduğunu anlatmaktan kaçınıyor. Balkan Savaşı öncesinde “seksen tabur” tecrübeli askeri “Balkanlar’dan vicdanım kadar eminim” diyen siyasetçilerin ve hükümetin terhis etme kararını çok az insan biliyor. Çok değil 2007’de görev yaptığım ilin Valisi beyefendi; “Rusya dağıldı, askere ihtiyacımız yok” diyordu. (Aynı kafanın bu yüzyıldaki versiyonu olarak…) Askerlik süresi ve şekli ile ilgili son yıllarda yapılanlar bu nedenle ibretlik…
Bir Belçikalı Cudi Dağı’nda, kaybolmak pahasına bu ülkeye geliyor ve bizler Cudi Dağı’nı görmek ihtiyacı duymuyor isek, bu memleket nasıl bizim olacak?
Dağlarına emanet bıraktığımız yüzlerce vatan evladının hasretini duymuyor isek, nasıl bu toprak vatan olacak?
Yüzyıl önce ardımıza bakmadan terk ettiğimiz Balkan topraklarına memleketim deme cesaretini bulamıyor isek, bugün üzerinde yaşadığımız bu topraklarda, yarın nerede duracağız?
Dün komünist diye aşağılanan bu eşsiz ozanın onda biri kadar milliyetçi olamıyor isek, neresi ne için bizim olsun ki?
Balkanlar’da, Bosna-Hersek’in yaralı başkenti Saraybosna’da mihmandarımız olan genç kızın “neden bizi bırakıp gittiniz de geri dönmediniz” sorusuna bugün bile doğru dürüst bir yanıt bulabilmiş değilim… Bulabildiğim tek yanıt Nazım Hikmet’in bu memleket bakışı;
“Kapansın el kapıları
Bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşcesine
Bu hasret bizim…”
Bu coğrafyada süper güçlerin oyuncağı olmadan bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamayı öğrenemediğimiz ve öğretemediğimiz sürece, “bu memleket bizim” demeyi hak etmiyoruz.
Siyasî ihtiraslar ile gözleri kararmış insanların bugüne kadar gösteremedikleri bu basireti, hiç değilse bundan sonra göstermelerini “Türk milleti” olarak bekliyoruz.