Çok şükür yetiştirene, bugün ramazanın üçü… Tanrı, hepimizi böyle ramazanlara, yine böyle rahat ve huzur içinde kavuştursun…

Biz öyle Ramazanlar gördük geçirdik ki kursağımıza giren Ramazan lokmalarına gözyaşlarımızı katık yaptık. Oruçlarımızı, reçeller simitlere dolanmadan, tabaklarda çorbaların biberli dumanı tütmeden, pastırmalı yumurtanın nefis kokusu odalarımızı iştiha kabartan bir havaya bürümeden, yüreklerimiz acılı, ağlaya ağlaya açtık. Ruhlarımızda neşe, yemeklerde lezzet ve ağızlarımızda tat kalmamıştı.

Ağlamakta da haklıydık. Çünkü gönüllerimize can acısı, yurt acısı, devlet acısı, millet acısı çökmüştü. Yurt, yabancı çizmeler altında çiğneniyordu. Düşman Türk topraklarına ayak basmıştı.

Siz söyleyin, böyle Ramazanların tadı, neşesi olur mu? Gözyaşı dökmekte hakkımız yok muydu?

Tanrıya bin minnet ki, bugün o uğursuz, bedbaht günlerden çok uzaktayız. Sofralarımızdaki beyaz örtülere bir kefen gibi bakmıyoruz.

Bu satırları yazarken, çocukluğumun Ramazanları hatırıma geldi. Ramazanda, karagöze gitmek, sahur yemek, İslâm’la, Asya ve Afrika’nın içimizde bir parçasını yaşatan Beyazıt sergisinde dolaşmak, şakrak sesli Habeşlerin: “Kokulu bahar, kokulu bahar! Kabak için köfte için, dolma için çorba için kokulu bahar, Hindistan bahar!” nakaratı ile sıralandığı bir sürü baharat isimlerini işitmek, kınalı sakallı Acemlerden kişniş şekeri almak, kırmızı fesli saray adamlarını, kalpaklı Çerkesleri, ellerini kollarının içine saklayan Buharalıları ve iri dudakları sarkmış haremağalarını görmek için sevdiğim kadar, bekçinin davulunu gümbürdeterek okuduğu mânileri dinlemek için severdim.

Ne hazin, ne güzel okurlardı. Hele davulun tempoları, gümbürtüsü ne hoş gelirdi bana.

Poturlu, mestli, ağabani sarıklı bekçi, elinde muşamba fenerle kapının önünde durur, sopasını taşa vurduktan sonra, mânici başlardı:

Besmeleyle çıktım yola,

Selâm verdim sağa, sola,

A benim devleti beyim,

Vakti şerif hayrola!

Bekçiniz kapıya geldi,

Cümlenize selâm verdi,

Darılmayın iki gözüm,

Bahşiş almaya geldi.

Bu aya sultan ay derler,

Kaymak ile baldan yerler,

Evvelden âdet kılınmış

Bekçiye bahşiş verirler.

Sonra mâniciler psikolog adamlardı. Her evin kapısında, orada oturanların karakterlerine göre mâniler okurlar, bazanmedih, bazan da karikatürize ederlerdi.

Birkaç mâni okuduktan sonra şöyle bir üvertür yaparlardı:

Duvardan kedi atladı,

Bekçinin ödü patladı,

Merak etme bekçi baba,

Efendi kesesini yokladı.

Ve nihayet şu işi teşekkürlerle bağlarlardı:

Pencereler açıldı,

Çil paralar saçıldı,

Bahşişimi aldım bergüzar

A beyim eylemem inkâr

Veren eller derd görmesin

Hak bereket versin yezdan!

[Bu yazı Haber Gazetesinde, 1941 yılında Çapanoğlu imzası ile yayınlanmıştır.]

*

Eskiler umumiyetle Ramazanda birinci olarak aranılan şeyin vakti hoş geçirmek olduğunda müttefiktiler. Bu yüzden bir taraftan Ramazan ibadetlerinde ayrıca hissettikleri ruhaniyeti tebarüz ettirirler; bir taraftan da yemekte, içmekte hususi bir zevk yaratmıya çalışırlar ve geceyi gündüzü âzamivecd ve neş’e içinde geçirmiye gayret ederlerdi.

Ramazanlarda resmi dairelerin tatil olunması ve ancak bazı memurların o da nöbetle, devamları; mekteplerin öğleden evvel kapalı olması ve günde ancak bir iki saat ders verilmesi hep bu gayeyi temine yarıyanan’anelerdi. Esasen Ramazanın gelmesi ile şehrin umumi hayatında baştan başa bir değişiklik olurdu. On bir ay evde kapalı kalmak nasıl herkese tabii görünüyorduysa bu bir ay zarfında da geceleri sokağa çıkmak, eşi dostu geceleri de ziyaret etmek, eğlence yerlerine gitmek o kadar tabii gelirdi.

Eski Ramazanlarda gündüzleri musahebelerin mevzuu hemen kâmilen camilerde indirilen hatimlere hafızların seslerine veyahut vâiz efendilerin nasihatlerine hasrolunurdu. Geceleri ise, oruç açılır açılmaz vücuda sinen rehaveti gidermek için olacak, umumiyetle Bektaşilere atfolunan ekseriyeti Ramazana ve oruca taallûk eden fıkralar anlatmak mutaddı… Sözü uzatacağıma, esas maksat hoş bir vakit geçirmek olduğuna göre, ben de size bunlardan bir tanesini nakledeyim:

Nasreddin Hoca, bir yaz Ramazan akşamı elinde bir küçük sepet,  su kenarına doğru gidiyormuş. Yolda bir ahbabına rastgelmiş:

--- Uğurlar olsun hocam… Nereye böyle ?...

--- Sepete biraz nevale koydum. Dere kenarında iftar edeceğim… Haydi buyurun…

Her ikisi de yola koyulmuşlar. Mescitten ezan sesi duyulur duyulmaz Hoca sepeti açmış. İki ahbap birer ikişer zeytinle oruçlarını açmışlar. Hoca sepetten iki yumurta ile biraz ekmek çıkararak yoldaşına vermiş. Kendisi de bir tavuk sövüşünü yemiye başlamış. Bunu hazmedemiyen misafir dayanamıyarak Hocaya çıkışmış:

--- İkram böyle mi olur?.. A Hocam…

Hoca sezdiği tarize gülerek sormuş:

--- Ya ne yapılır?

--- Ben olsaydım tavuğu ikram eder, yumurtaları kendim yerdim.

--- Öyle ise memnun oldum. İşte ben de tam gönlündeki gibi yapmadım mı?..

[Bu yazı 1939 yılında Tasviri Efkâr Gazetesinde Selim Nüzhet Gerçek’in Ramazan Musahebeleri isimli köşesinde yayınlanmıştır.]

*

“MÜBAREK RAMAZAN”

Arınmış gönüller durdu secdeye,

İndi kuşlar gökyüzünden müjdeye,

Bu sabah hüzzamdan okundu ezan;

Aksetti ilâhi sesler, derinde,

Bir bitmez bereket beraberinde

Yurda burcu burcu geldi ramazan.

(Feyzi Halıcı)