“Allah’ım, senin rızan için oruç tuttum, sana inandım, sana sığındım. Senin rızkınla orucumu açtım. Hamdolsun verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete.

Ey bağışlaması bol Rabbim; beni, ailemi, milletimi, devletimi ve inananları koru. Rahmetini, yardımını esirgeme ülkemizden. Bizlere yaşama sevinci ver, her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü ver, senin her şeye gücün yeter. Âmin”

Çocukluğumda Ramazan şimdi olduğu gibi bahar aylarına denk geliyordu. Köyde ve şehre göçtüğümüzdeki ilk yıllarda Ankara ezanı okunduktan sonra televizyonda, TRT’de tok sesli birisi hâlâ hafızamda olduğu gibi kalan, hiç unutamadığım yukarıda yer verdiğim “İftar Duası”nı okurdu. O okudukça ardından ben mırıldanırdım bu duayı. Şimdi ise TRT Radyo 1 iftar programı ile orucumu açıyorum. Beş-altı dakika sonra spiker, “Ankara İçin İftar Vakti deyip okunan Ankara ezanının ardından çocukluğumun o tok sesli kişisi yine “İftar Duası”nı söylüyor…  

Gerek köydeki gerekse şehirdeki evimizde sofrada tek kap yemeğimiz olurdu. Et bilmezdik, hepimiz babamın fırça sallayarak kazanacağı para ile kurulan o sofrada patates yemeği en çok yediğimiz yemeklerdendi. Kolay mı o kadar çoluk çocuğa bakmak ve çeşit çeşit yemek yemek! Çocukluk hâtıramda kalan başka şey; yine köyde evimiz arkasındaki tepede ezan sesini beklemek ve yüksek sesle “Ezan okundu, ezan okundu!” diye haykırmaktı. Bir de köyden yaklaşık 3 km uzaklıktaki “Çakır’ın Çeşmesi” dediğimiz o çeşmeden testi ile su doldurup iftar sofrasına o suyu yetiştirmekti. Bir de çocukken en büyük isteğimiz oruç tutmasak bile sahura kalkmaktı. Ne güzel bir duyguydu sahura kalkmak!

Neyse benim çocukluk hâtıralarımı bir kenara bırakalım ve üçüncüsünü sizlere sunduğumuz Saklı Kalan Ramazan Yazılarımıza devam edelim:

“Eski Türk evlerinde mutfaklar evin oturulan bölümlerinden uzak olurdu. Böylelikle yemek kokuları, hârem ve selâmlıktakileri rahatsız etmezdi.

Yemekler, hârem ve selâmlığa “ayvaz” adı verilen uşaklar tarafından taşınırdı. Haremin önünde bir dönme dolap vardı. Ayvazlar hâremin yemeklerini bu döner dolaba bırakırlardı. Eski Türk evlerinde iftar sofralarının rengine, çeşidine diyecek olmazdı. Hali vakti yerinde olanların kapıları otuz ramazan konu komşuya açık olurdu.

İftar sofraları tam anlamıyla bir yemek şenliğidir. İftar sofraları “İftariyelik” tâbir edilen çerezlerle açılırdı. Kara ve yeşil zeytin, peynirler, reçeller, pastırmalar, sucuklar, balık dolmaları ve çörekler şaşmaz iftariyeliklerdir. Bunlardan sonra sıra çorbalara gelirdi. Çorbalar içildikten sonra gerçek iftar sofralarından rastgele birine göz atmamız mümkün olsaydı, şunları görecektik: Enderun yumurtası, pideli kebap, emir dolması, pilav, kaymaklı elmasiye, sakız muhallebisi ve binbir çeşit şerbet…”

“Geçmişte Abdullah bin Mübarek adlı bir cömert adam vardır ki, ismi Arap edebiyatına geçmiştir. Bu zat Hacca gitmeye niyet ederek yola çıkar, vardıkları bir kasabadan geçerken yanlarında bulunan kuşlardan biri ölür, kuşun ölüsünü süprüntülüğe atarlar. Şehirden çıkarken yolları yine o mezbeleye tesadüf eder, kafileden biraz geri kalan Abdullah, oradaki evlerin birisinden bir kızın çıkıp kuşun ölüsünü süprüntülükten alıp eve götürdüğünü görür, kızı yanına çağırır, kuşun ölüsünü neden aldığını sorar. Kız:

--  Ben ve benim diğer kız kardeşim şu evde otururuz, mal mülk namına sırtımdaki gömleğimden başka bir şeyimiz yok, bize ölü hayvan yemek helâldir.

-- Siz neden bu hale düştünüz?

-- Babamız zengin bir adamdı, zalimin birisi babamızı öldürdü, malını zaptetti.

Abdullah hemen hazinedarını çağırır:

-- Bize nafaka için yanında ne kadar para var?

-- Bin altın.

-- İçinden yirmisini ayır, bize Merve’ye varıncaya kadar yol harçlığına yeter.

Ondan sonra emreder, kalan altınları ve bütün erzakı kıza verirler. Abdullah Bin Mübarek:

-- Bizim bu sene edeceğimiz Hac’dan bu hareketimiz daha faydalıdır.”

 *

FIKRA:

Sultan Mahmut ricâlinden Keçecizâde İzzet Molla gayet hazır cevap bir zattı. Tarihe geçmiş pek güzel fıkraları vardır. İşte o fıkralardan birisi:

İzzet Molla, mahallesinin camiine teravih namazı kılmaya gider. Mahalleye yeni gelen imam namazı çabuk kıldırmak için o kadar sür’atle hareket eder ki İzzet Molla yetişeceğim diye iri vücudu ile kan ter içinde kalır. Tam bu esnada cemaatten birisi geç kalmış olacak ki koşa koşa gelir, camiye girer, etrafındakilere de:

-- Acaba yetişebildim mi, der.

İzzet Molla namazı bozar:

--Oğlum, der, biz içindeyken yetişemiyoruz. Sen dışardan nasıl yetişirsin?

**

“İstanbul’un zengin tüccarlarından olan Pinti Hamid, pintiliği ve cimriliği ile şöhret olmuştu. Fatih Sultan Mehmed döneminde yaşamıştır.

Pinti Hamid, bir gün hastalanıp bir hekim çağırtır. Hekim de zenginin huyunu bildiği için, tedaviye girişmeden peşin olarak kırkbeş kuruş ister.

Pinti şu cevabı verir:

-- Yarına kadar düşüneyim; yarın gel!

Hekim gittikten sonra Hamid, mahalle imamını çağırıp sorar:

--Ben ölürsem beni kaça kaldırırsın?

İmam cevap verir:

--Yirmi kuruşa kaldırırım.

Pinti Hamid’in verdiği cevap ve karar şudur:

--Öyle ise ölmek, hekime baktırmaktan daha kârlı oluyor!”

 

 **

ANLAMLI ŞİİRLER

“Tarlasına haram tohumu eken

Helâl mahsulünü biçer mi bilmem…”

[Seyrani]

 

“Bu dünya malını yığdı vefâsın görmedi Kârûn

Kitip yer astığaâhır cihandın kiti armanlık.”

[Hoca AhmedYesevi]

(Zenginliği dillerde efsane gibi dolaşan Kârûn bile yığdığı dünya malının vefasını, hayrını göremedi; en sonunda bir avuç toprağın altında yok olup gitti.)

“Hikmet, nizâm-ı âlem-i kevn-i fesâdı hep

İhlâl eden müdâhenedir, irtikâbdır.”

[Hersekli Ârif Hikmet]

(Hikmet! Bu dünyanın tadını kaçıran, düzenini bozup berbad eden iki şey vardır: Dalkavukluk ve vazifesini gereği gibi yapmamak.)

“Bilenler âlem-i kevn ü fesâdınniydiğün, Hikmet,

Ne fikr-i câh ü ikbâle ne kayd-i nâme düşmüşdür.”

[Hersekli Ârif Hikmet]

(Hikmet! Bu fâni dünyanın ne olduğunu bilenler ne mevki ve ikbali düşünürler, ne de şan ve şöhreti.)

*

Ziya Gökalp’in “Oruç” manzumesi:

“Nefsimizin iyi, kötü her emrine uyarken,

Yılda bir ay sen gelirsin bizi irşat etmeğe,

Hep başlarız gönlümüze karşı cihad etmeğe.

Birkaç günler bu savaşta biraz güçlük duyarken,

O güçlükler kolaylaşır, nefsimizi yeneriz,

Hayrın şerden daha kavi olduğunu deneriz.

Bir insan ki karşı koyar susuzluğa, açlığa,

Nefsindeki arzuları altetmeğe çalışır,

Hayalin dizginini zaptetmeğe alışır.

Artık kibir, tama gibi bir manevi kasırga

Kayalardan muhkem olan tiynetini sarsamaz;

Artık, vicdan cennetine İblis ayak basamaz.”