Hayat, biz farkında olmasak da çoğunlukla elvedalarla doludur. Bir gün yine görüşmek dileğiyle ayrıldığımız, ağlaştığımız nice arkadaşımız, yatılı okulda, askerlikte, işyerinde, komşulukta nice kıymet verdiğimiz insan, bir daha göremeyecek olsak da hep o eski günlerin bir daha geri geleceği ümidiyle yaşarız. Ama hayat döngüsünde kum saatinde kumun farkettirmeden akması gibi bir daha asla geriye dönüş olmaz, biz yeni insanlar tanırız, yeni arkadaşlar ediniriz, ancak o eski arkadaşlar yalnızca solmuş fotoğraflarda kalır. Yıllar geçer, isimlerini de unuturuz çoğu zaman.

İşte Ramazan ayı da bizim için candan bir arkadaş gibidir. Her sene bu kutsal ayın son günlerinde bir daha göremeyeceğimiz o arkadaşlarımız gibi onunla vedaya hazırlanırız. Bu belki elveda da olabilir, bilemeyiz. O kadar çok severiz ki senede bir ay görüştüğümüz bu arkadaşı, çocuklarımıza, onun ismini veririz, hüznün yanında bir “Bayram” sevinci duyar gibi.

Vedalar her zaman acı verir insana. İnsan hüznü de, mutluluğu da bir ömür boyu dönüşümlü yaşar. İkisi bir arada olmaz, ama her hüznün sonunda mutlu günler, her sevincin arkasından da tarifsiz acılar yaşanabilir, hayatın akışı aşağı yukarı böyledir.

Biz yine veda edelim o sevgili arkadaşa, Ramazan’a… Dileyelim; o eski günlerdeki arkadaşımız gibi seneye yine görüşmeyi. O eski günler gelmez ama Ramazan gelir, sözümüzde duramayız, biz gelemeyiz belki…

*

Eski bir atasözü: “Bayram günü borç ödeyecek olana ramazan kısa gelir.”

**

SAKLI KALAN FIKRALAR:

“Vaktiyle zengin, fakat yaşlı bir paşa, evinin penceresinde otururmuş. Her gün evin önünden birkaç defa geçen mahalle imamı da her geçişte pencereye bakıp, paşayı görürmüş, ihtiyar paşa, imamın bu bakışında:

--- Bu adam hâlâ yaşıyor mu?, tecessüsünü sezmiş ve imamı çağırmış, konuşmuş:

--- İmam efendi, eğer bana emri hak (ölüm) vâki olsa, cenazemde ne kadar para alacaksın?

--- Aman efendim, siz çok yaşayın.

---Yok, yok, doğrusunu söyleyin bana!

---Bir altın kadar bir şey!

--- Al şu üç altını. Rica ederim, evin önünden geçerken, “Bu herif hâlâ ölmedi mi?” der gibi pencereye bakma!, demiş. İmam da:

---Başüstüne deyip, paraları almış.

Bir müddet imam hakikaten pencereye bakmamış. Ama günün birinde gene bakmaya başlamış. Paşa içerlemiş, bir iki gün sonra imamı çağırmış:

---İmam efendi, Ben sana üç altın verdim ve pencereye bakmamanı istedim. Sen de söz verdin.

---Evet efendim.

--- Ama bir müddet sözünde durdun, sonra tekrar başladın bakmaya. Bu ne iştir! Ben sana parayı niye verdim?

İmam:

--- Hakkı âliniz var paşam.

--- E, ne diye bakıyorsun? Diye sorunca, imam efendi içini çekip:

--- Ah, velinimetim… Onun tadı başkadır, siz bilemezsiniz, deyip, hemen kalkmış.

*

19. yüzyılın sonlarında yaşamış ünlü güldürü ustalarından Borazan Tevfik’i tanıtacağım sizlere.

Kasımpaşa’da doğan Tevfik, daha çocukluğunda afacan bir şeymiş. Sevimliliği ve hazırcevaplılığı ile kendini semte tanıtmış, nişan, sünnet, düğün törenlerinin vazgeçilmezi olmuş.

Adının Borazan’a çıkışının hikâyesi şudur:

Tevfik, Kasımpaşalı ya! Askerliğini er olarak bahriyede yaparken, vazifeli bir erin güvertede unuttuğu borazanı alıp şöyle bir üfürecek olmuş, pirinç boru ortadan çatlamasın mı? Tevfik korkmuş, borazanı bırakıp kaçmış. Borazancı er, devlet malını ziyan etmeden tazminata mahkûm olunca Tevfik ortaya çıkıp “Onu ben çatlattım” demiş.

Yüzbaşı sormuş:

--- Neden yaptın bunu?

--- Öttürmek istedim.

Nefes kuvvetiyle pirinç borunun çatlamayacağını düşünen yüzbaşı:

---Al şunu da çatlat bakalım, demiş.

Tevfik, onu da öttürüp çatlatınca geminin komutanı onu borazancıbaşı yapmış. Gel zaman git zaman ünü Sultan Abdülhamid’in kulağına kadar gitmiş:

--- Üsküdar’da Altunizade sırtında bir karavana borusu çalsın. Onu dinleyelim diye irade buyurmuş. Tevfik isteneni yapınca da Hünkâr, onu saraya çağırtmış. Tevfik, asıl hünerlerini, taklitçiliğini, komikliğini o fırsatla göstermiş, göze girmiş, ihsan almış. Sonraki yıllarda bahriyeden istifa etmiş. Sofraların, toplantıların sevilen bir nüktecisi olup çıkmış.

Kendisine “Bey” diyenlere de:

---Ayol bana ne diye bey deyip duruyorsunuz. Ben bahriyede borazan çavuşu idim. Sonradan bol keseden gedikli zabit oluverdik, dermiş.

Tevfik bir gün paraca sıkıntıda imiş. Kendisini çok seven zamanın Maliye Bakanı Cavit Bey’in Nişantaşı’ndaki konağına düşmüş:

--- Sizinle mali bir meseleyi görüşmeye geldim.

Cavit Bey:

--- Ben de mali bir mesele ile meşgulüm, demiş, “Düyun-u Umumiye”

--- Beyefendi, benimkisi daha beter, “Düyun-u Hususiye!”