Türkçülük akımı Osmanlı aydınları arasında ilgi görmüş, yazılarda savunulmaya başlamış, Türklük şuuru ile birlikte milli gurur uyanmaya başlamıştı. 1890 sonrası Osmanlı gazetelerinde “Türk Millet-i Necibesi” sıfatlarının kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Kültürel Türkçülüğün gelişmesinde İkdam gazetesinin Türk dili ve tarihi üzerine yaptığı yayınların önemi büyüktür. İkdam Gazetesinde Türk dilini sadeleştirme çalışmaları Fuat Raif Bey’in öncülüğünde “Tasfiyecilik” akımını başlatmıştır. Tasfiyecilik, Arapça ve Farsça sözcüklerin yerine diğer Türk lehçelerinden kelimeleri yerleştirmek, yayınlarda ve günlük dilde bu kelimeleri kullanmak ve benimsemeyi öngörüyordu. Ancak Ziya Gökalp bu akımın canlı olan dili anlaşılmaz hale sokacağını söylemiş ve buna karşı çıkmıştır. Bu şekilde yazılan makalelerin anlaşılmakta zorlandığını ve okuyuculara Arapça ve Farsça kelimelerden daha yabancı geldiğini ileri sürmüştür. Ayrıca Ziya Gökalp Tasfiyeciliğin Türkçülük için olumsuz etkilerinin olduğunu ve toplumda fikren genişlemesine mani olduğunu söylemiştir. Türkçenin sadeleştirilmesi konusunda Mehmet Necip’in 1899’da yayınlanmaya başlanan Hizmet Gazetesindeki “Türkçe Dilimiz” başlıklı makaleleri dilde Türkçülük geleneğini sürdürmüştür.

1897 Türk-Yunan savaşının ilmi ve kültürel Türkçülüğün üzerinde büyük etkileri olmuştur. Savaşın getirdiği heyecan, edebiyat alanında Mehmet Emin’in “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur.” şeklinde başlayan “Cenge Giderken” isimli şiirinin bir milleti ifade eden din, dil ve ırk özelliklerini belirterek yazıya dökülmesinde bir ilk olmuştur. Ziya Gökalp’e göre Türkçülük fikriyatı Osmanlıda cereyan etmeden önce Avrupa’da iki şekilde varlık göstermeye başlamıştır. İlk olarak, Türkiye’de üretilen halı, yün dokuma ve Türklerin meydana getirdikleri sanat eserlerinin Avrupa’da ilgi çekmesiyle olmuştur. Avrupalılar bu ürünleri yüksek ücretler ödeyerek satın alır ve evlerinin bir kısmında Türk köşesi ya da Türk odası oluşturur ve sergilerlerdi. Bunun adına da Fransızcada “Turquerie” yani Türkperestlik denmekteydi. İkinci olarak Rusya, Almanya, Macaristan, Danimarka, İngiltere ve Fransa’da bilim adamları tarafından yürütülen Türkoloji çalışmalarını örnek olarak göstermiştir. Bu Türkoloji çalışmalarında Türklerin çok geniş bir alana yayılmış ve birçok medeniyet kurmuş olduklarından bahsedilmiştir. Bu çalışmaları takip eden pek çok Osmanlı düşünürü bunlardan etkilenmiştir. Ziya Gökalp’e göre Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa’dır. Ahmet Vefik Paşa dil konusunda yaptığı çalışmalarla Türkçülüğe öncülük etmiştir. Ziya Gökalp, Ahmet Vefik Paşa’nın ilmi Türkçülüğün yanı sıra Türkçülüğü bir yaşam biçimi haline getirdiğinden bahsetmektedir. Öyle ki, giyim kuşamı ve evinin dizaynına kadar buna dikkat ettiğini aktarmaktadır. Ziya Gökalp’e göre Türkçülüğü anlayabilmek için öncelikle millet kavramını çok iyi tespit etmek gerekmektedir.

Millet kavramı üzerine birçok farklı tanımlama yapılmıştır. Irki Türkçülere göre millet ırk demektir. Kavmi Türkçülere göre ise aynı ana-babadan türemiş içlerine yabancıların karışmadığı bir zümre anlayışıdır. Coğrafi Türkçüler için ise millet Belçika ya da Britanya milletleri gibi aynı ülkede yaşayan topluluk olarak tanımlanmaktadır. Ancak Gökalp’e göre Belçika, Flamanlar ve Valonlardan, Britanya ise İskoç, İrlandalı gibi milletlerden oluştuğundan coğrafi tanım yetersiz kalabilmektedir. Osmanlıcılarda millet, imparatorluk içerisinde yaşayan tebaayı ifade etmektedir. İslamcılar içinse tüm Müslümanların birliğidir. Bireyciler için millet bireyin kendisini ait hissettiği toplumdur. Peki, hangi millet tanımı en doğrusudur? Gökalp’e göre insanın en çok sevdiği dil kendi anadilidir. İnsan çocukluğundan beri edindiği değerlere, yaşam biçimine bağlı kalır. Diğer toplumlarda refah içinde yaşayabileceği halde kendi toplumundan kopamamasını sağlayan bir bağ bulunmaktadır. Çocukluktan itibaren içine işleyen bu duyguyu insanın çıkarıp atması mümkün değildir. Bu sebeple millet siyasi, ırki, coğrafi ve de iradi bir zümre değildir. Gökalp’e göre millet “lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.” “… bu sebeple milliyette şecere aranmaz.” Bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa ancak o ülkü doğrultusunda yaşayabilir ancak bu ülkü insanın mutluluğunu sağlayabilir. İnsan terbiyesini almadığı bir ülkü doğrultusunda yaşayamaz. Sadece doğup büyüdüğü ahlakını edindiği toplumun ülküsü doğrultusunda canını ortaya koyabilir. Kendisine yabancı bir ülkü için insan en küçük bir menfaatinden bile vazgeçmez.

Arnavutluk, Arabistan ya da başka coğrafyadan gelip Türk kültürü ve ülküsünü benimsemiş, bu millet için pek çok fedakârlık yapmış nice insanlar vardır. Gökalp’e göre onlara siz Türk değilsiniz diyemeyiz. Bu sebeple Türküm diyebilen herkesi Türk kabul etmek gerekmektedir. Ziya Gökalp Türkçülüğün tanımını onun Turancılıkla arasındaki farkları ve Türkçülüğün yakın ve uzak hedeflerini belirtmek suretiyle yapmaktadır. Türk bir milletin adıdır, bu durumda tek bir dili ve kültürü olmak zorundadır. Gökalp bu sebeple bazı Türkçülerin Tatar, Özbek, Azeri dili ve kültürü şeklindeki tanımlamalarına karşı çıkmaktadır. Çünkü bu şekildeki tanımlamalar Türk milletinin sınırlarını daraltmaktadır. Türkiye Türkleri, Azerbaycan ve İran Türkleri Oğuz uyruğundandırlar. Türkçülüğün ilk hedefi Oğuzların kültürel birlikteliğini sağlamak olmalıdır. Gökalp siyasi birlikteliği yakın zamanda mümkün görmemektedir. Türkçülüğün uzak hedefi ise Turancılıktır. Bu hedef Ural-Altay zümresini içermektedir. Turan, bütün Türk boylarını kapsamaktadır. Eğer Tatar, Özbek ve Kırgızlar ayrı birer kültür ve lisan meydana getirir ve bunu benimserse ayrı bir millet olma vasfı göstereceklerinden Turancılık için engel oluşturacaktır. Bu sebeple Türkçülüğün uzak hedefi olan Turancılık önce Oğuz, Tatar, Kırgız, Özbek ve Yakutları dil, edebiyat ve kültür özelinde birleştirmelidir. Gökalp Türkçülüğü sırasıyla üç hedefle tanımlamıştır. Bunlardan ilki Türkiyecilik, ikincisi Oğuzculuk, üçüncüsü ise Turancılıktır. Gökalp Turancılığın her ne kadar hayal gibi görünse de geçmişte büyük Türk devletlerinin ulaşmış oldukları geniş sınırların bu ideali toplumun zihninde canlı tuttuğunu ileri sürmüştür. Öyle ki Mete Han bütün Türkleri Hun adı altında topladığında Turan bir hakikat haline gelmişti. Avarlar, Göktürkler, Oğuzlar, Cengiz Han ve Timurlenk Turan hedefini defalarca kez gerçekleştirmişlerdir. Tarihte birkaç kez gerçekleşmiş Turan bir gün yeniden neden olmasın diyenlerin sesleri artık hiç de yadsınamayacak kadar gür çıkıyordu.

Sovyet zulmünden kaçan ve İstanbul’a gelen Türkistanlı ve Kafkasyalı Türkçü aydınların da etkisi ile milliyetçilik anlayışı artık Osmanlı sınırlarının çok ötesindeki Türk varlığını da önemsiyor, Türklerin tek bayrak altında toplanmaları ilmi ve fikri temellere oturuyordu. Türkçülük fikri artık büyük bir ideale odaklanmıştı. Gökalp’in artık sloganlaşmış sözleri ile belirtirsek;

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan, Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; TURAN!”