Havada soğuğun kol gezdiği günlerdeyiz. Kar geldi gelmedi derken ayazını gönderdi. Bir şikâyetim yok. Şikâyetim olsa da; çocukluğumun kışlarını ve karlarını neden göremeyişimden olur!
Artık o eski zaman dilimlerinden eser yok. Yarım yamalak karlar, soğuklar, bembeyaz yollar; beyazın ağırlığını taşıyamamaktan dolayı yana doğru eğilmiş dallar ve kartpostallık manzaralar… Ara ki bulasın!
Yazın hayatımızdan mektup nasıl uçup gittiyse kardan da, kıştan da artık gönül rahatlığıyla söz edemeyiz. Mevsimlere pek güvenim kalmadı. Ne yazı yaz gibi, ne de kışı kış gibi yaşıyoruz. Ancak şunu da belirtmekte fayda var. Mevsimlerin arasında varlığını en çok hissettiren de kıştır. Çünkü adı var kendisi yok. İleride şöyle bir sıralama yapılsa hiç şaşmam: İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Ayaz. Kış yok artık sırra kadem bastı. Bazı yörelerimizden uçup gideli çok oldu ama çocukluğu sert kışlara denk düşen ve karlarla adeta muaşaka halinde çocukluk geçiren emsallerimin buna alışmaları oldukça zor görünüyor.
Düğünlere hazırlanır gibi kışa hazırlanılan zamanları bilirim. Önce yapraklar dökülürdü yavaş yavaş, sonra yağmurlar gelirdi ardın sıra; Yollar, sokaklar, parklar ıssızlaşırdı. Mevsim tüm renklerini kaybederdi, bir başka şiire bürünürdü yazdan kışa doğru harıl harıl çalışanların yüzleri… Kilerler, merekler, ahırlar gözden geçirilir; dağ ve yayla yollarında insan bulmak bir mucizeye dönüşürdü o beyaz öncesi günlerde. Şehir artık yeni bir uykuya uyanırdı ya da hazırlanırdı. Beyaz ve mavi uyku!
Botlar, çizmeler, hırkalar, eldivenler, kalın bereler birer birer çıkarılırdı gardıroplardan… Mevsim yavaş yavaş beyaza yürürdü. Beyaza bürünürdü sonra bir sabah damlar, ağaçlar, yollar… Mekânlar, şehirler, yüzler bembeyaz olurdu, bembeyaz olurduk bir baştan bir başa. Sahi ne güzeldik, ne beyazdık o zamanlar!
Kar yağınca mesela akşamları sohbet koyulaşırdı bizim evde yani Mığme Şirin’in evinde. Hacı Sait amcamız başköşeye otururdu. Gelenler edeple, saygıyla hürmetle oturacakları yeri bilirlerdi. Kimse kimsenin yerin oturmazdı. Kimse kimsenin sözünü kesmezdi. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar; sesler, muhabbetler ölçülüydü. Tavşankanı çaylar içilirdi. Eski zaman dilimlerinden, eski günlerden, eski hatıralardan, özellikle de askerlik anılarından bolca söz edilirdi, bolca dinlerdik biz çocuklar o siyah beyaz günleri. Sonra sıra babama gelirdi. O kitap okurdu. Çıt çıkmazdı odadan. Hem okurdu, hem de tefsir ederdi yani Zazacaya çevirirdi okuduklarını. Biraz da eklemeler yapardı anlaşılsın diye “tefsir” deyişim bundan mütevellit.
Geceye iştirak eden müdavimlerin eklemeleriyle sohbet akıp giderdi. Gönle ferahlık veren hikmet dolu menkıbeler, hikâyeler, kıssalar… Bir başka güzel olurdu o kış geceleri, ah o kış geceleri!
Hz. Ali Cenkleri, Battalgazi hikâyeleri yoktu evimizde. Benim okuma yazmam da yoktu ama iyi bir dinleyiciydim. Babamın kitaplarını açıp açıp sayfalarına, desenlerine, motiflerine bakarak canlandırırdım dinlediklerimi muhayyilemde. O kitapların arasında hatırladıklarım İmam-ı Gazali’den Kimya-yı Saadet, Yusuf Tavaslı’dan 30 Ramazan-ı Şerif, Hanımlara İlahiler, Dini Hikâyeler, Halil Gönenç’ten Şafii İlmihali, Yasin-i Şerif, Molla Camî’den Lüccetül Esrâr ve bunlara sonradan eklenen Meryem Canan Ceylan’dan Sahneden Mabede ile Sami Arslan’ın Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı.
Bu son iki kitap Gaziantep-İslâhiye’de imamlığa başlayan köyümüzün ilk memuru dayım Mela Zülküf’ün yaz tatili hatıralarıydı. Allah razı olsun dayım eli boş gelmezdi köye. Kitapları babama getirmişti ama okumak bana nasip oldu. Çok severek okumuştum her iki kitabı da. Okumayı yazmayı söker sökmez ilk okuduğum kitaplar da bunlardı. Hele Canan Ablanın Sinop’tan İstanbul’a, oradan Yeşilçam’a ve Yeşilçam’dan da hidayete uzanan hayat öyküsü Sahneden Mabede yok mu bir başka güzeldi. Hacı Hasan amcamızın yazlık sinemasında izlediğimiz filmlerin kahramanlarının çoğunun isimleri orada geçiyordu. O isimleri orada bulmak benim için daha heyecan verici olmuştu. Bunların başında Serdar Gökhan ile Ayhan Işık vardı. O büyülü dünyanın içinden çıkıp gelmiş bir melek gibiydi Canan Abla.
Babam her gece dört beş sayfa Kimya-yı Saadet’ten okurdu. Köyümüzün ilk ve tek okuruydu babam. Okuması güzeldi. O okudukça ben zihnimde kıtalar dolaşırdım. Özellikle evliya menkıbeleri beni çok etkilerdi. Okumayla irtibatımı güçlendiren, beni kitaplara bağlayan o menkıbeler oldu desem mübalağa etmiş sayılmam. Çocukluğumun romanları diyebilirim o menkıbeler için. Babamın o gün okuduğu menkıbelerin çoğu hala aklımda terütaze. Canan Ceylan’ın Sahneden Mabede otobiyografisi de bu anlamda benim için biraz modern bir menkıbeydi ve tam zamanında imdadıma yetişmişti.
Her menkıbenin ayrı bir tadı ve hikmeti vardır. Peygamberlerin kıssaları da bu cümledendir. İbrahim Peygamberin, Musa peygamberin, Yusuf Peygamberin kıssaları bir başkaydı. Bu kitapların sayfaları arasında dikkatimi çeken bir başka isim de Hızır Aleyhisselam idi. Dağlarda, bayırlarda, çalılıkların arasında, çoban yüzlerinde, yolcuların ayak izlerinde çokça Hızır aramışımdır. Hala da arıyorum. Hızır ile ilgi nerde bir kitap görsem alırım, nerde bir yazıya, hikâyeye, anekdota rastlasam mutlaka okurum. Bu yüzden olsa gerek ki ömrüm vefa ederse ileri de bir Hızır monografisi yazsam sürpriz olmaz.
Sezai KARAKOÇ’UN Hızır ile Kırk Saat’ini bu niyetle satır satır okumuştum ama onun anlattığı benim o kitaplardan okuduğum ve duyduğum Hızır değildi. Henüz yayımlama fırsatı bulamadığım “Elazığ’da Bir Merd-i Hüda: Mahmut Samini Hazretleri” adlı biyografik çalışmam yine Hızır ile ilgili yaşadığım bir ruhsal sinerjinin sonunda gün yüzüne çıktı.
Bugünden düne baktıkça, o karlı, bembeyaz günleri canlandırdıkça muhayyilemde ya da hatırladıkça bir vesile ile içimden bir tarih akıyor, türküler akıyor; kederli, hüzünlü, bembeyaz türküler… Sonra içime bir yara gibi gelip oturuyor o günler, o hatıralar, o menkıbeler; evliyaların kokusu, peygamber kıssaları, babamın dilinden dökülen metinler, elleri nasırlı, yüzü pancurlu anamım ikramı tavşankanı çaylar, misafirlerimiz, Hacı Sait amcamız, Abdukudüs, Abdülkadir, Hacı İsmail, Hacı Ekrem, Yavuz, kuzenim Şahin, dayım Hacı Mustafa, İbrahim, anneannem Fatıma, Zahide, Rabia Teyze ve diğerleri… Ah o günler, o karlı kış geceleri!
Sonra bir yara gibi geliyor oturuyor içime hazanın soğuğuyla sararıp solan yüzler ve yeni açılan mevsimin sayfası bembeyaz kış. İşte içimi acıtan da bu ya! Beyazı özlerken ne idüğü belirsiz ve neyin habercisi olduğu anlaşılmayan bir soğuk ve işte bizi sarıp sarmalayan kuru bir ayaz.
Çiçekler açmış ağaçları seyre doyamamışken yaz onları elimizden aldı. Meyvesini yiyelim derken o rengârenk çiçeklerin, hazan vurdu dört bir yanımıza. Şimdi de kış geldi işte, bastırdı lapa lapa kar taneleriyle mor, eflatun, turuncu, mavi, kırmızı ve yeşile hasret yanlarımızı!
Bir gün şehirde okuduğum yatılı okuldan köye dönmüştüm. Henüz ilkokul iki ya da üçüncü sınıfta bir tıfl-ı ebcedhandım. Sanırım sömestri tatiliydi. Hacı İsmail amcam ile Saibe Halamı ziyarete gitmiştim. Evlerimiz birbirine çok yakın olmasına rağmen lapa lapa yağan kar kısa sürede tüm yolları kapatmıştı. Halamın oğlu Abdurrahman yaşça benden çok küçük olmasına rağmen önüme düşerek beni eve kadar getirmiş, anneme- babama teslim edip dönmüştü. Çünkü ben şehir çocuğuydum, o dağ çocuğuydu, onun elleri, ellerimin üzerimdeydi; o daha güçlüydü, daha kuvvetliydi… Adımları küçüktü ama yüreği büyüktü. Hayat böyleydi işte o zamanlar. Ah o zamanlar… Adımları küçük, yürekleri büyük adamların devri! Şimdi ise tam tersi; adımları büyük ama yürekleri küçük adamların devri! Nasibimize bu düştü!
Nerdesin ey “Bir selam sal sabah olsun, bir selam sal güneş doğsun, bir selam sal yüzüm gülsün!” türküsünü çığıran Aynur ablam, mümkün mü?
Artık o kadar karışığım ki zihnim bir başka dünyada, kalbim bir başka dünyada, ömrüm bir başka dünyada akıp gidiyor! Sözlerimi son günlerde dinlemekten kendimi bir türlü alamadığım ve doyamadığım ama geçen o günlere de bir dipnot gibi çalınan “Ömrüm” türküsüyle sizleri baş başa bırakayım:
Güz mü geldi rengin soluk
Ne tez yaprak döktün ömrüm?
Hep ağlarsın boynu bükük
Gözyaşın derya mı ömrüm?
Ne tadın, ne tuzun var
Ne yaşamakta gözün var
Bülbül gibi güle figan
Etmekten ne çıkar ömrüm?
Her kuşun bir yuvası var
Hele bak ne sevdası var
Yaşamaya hevesi var
Neden tadın kaçtı ömrüm?
Âlem gülüp eğleniyor
Gönlüne sultan arıyor
Beni gören deli diyor
Yataksız yorgansız ömrüm?
Abdulbari Karabeyeser