Türkiye ve Dünya gündeminde infial yaratan 6 yaşındaki bir kız çocuğunun tarikat lideri baba, onun eşi, müridi v.s. bir tarikat döngüsü içinde evlendirilip yıllarca cinsel istismara uğratılması olayı nedeniyle tarikatlar konusunda başladığımız yazı dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu yazı dizisi bir gazete köşe yazısı olarak hazırlandığından dolayı arka planında her ne kadar pek çok bilgi ve belgeye dayalı bir araştırma-değerlendirme bulunsa da yazımız kaynakça ve sayfa numaralarının da gösterildiği bir tez gibi düzenlenmemiştir. Elbette dileyen bahsedilen konuları serbestçe araştırabilir, lehe veya aleyhe tezler öne sürebilir.
Tarikatlar meselesini incelerken onların İslam tarihinde yeni fethedilen yerlerin Müslümanlaştırılması sürecindeki hizmetlerini elbette yadsıyamayız. Bizim temelde tartıştığımız sorunsal, tarikatların zamanla yozlaşması ve Kuran’dan uzaklaşarak şeyhlerine dervişlerine göre düsturlarla şekillenmeleri neticesinde dine artık faydadan ziyade zarar vermeye başlamalarına ilişkindir. Tarikatlardaki siyasallaşma, yozlaşma ve dine verdiği zararlar hem Osmanlının çöküş hem de Cumhuriyetin Kuruluş dönemlerinde açıkça gözlendiği gibi 2000’ler sonrası Türkiye’sinde de gözle görülür bir şekilde artış göstermiştir. Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın cemaatlerin siyasete karışması hususunda şöyle bir tespiti vardır:
“Cemaatler İslam dünyasında temelde son asırlarda ortaya çıkmıştır. Cemaat İslam toplumunda hele Türk toplumunda kabul görecek bir kurum değildir. Selçukiler devrinde Karmatîler vardı. Bu sosyalizme ve hatta Zerdüştlüğe meyyal cemaati Nizâmülmülk feci halde tedib etti. Osmanlı tarihinde Kadızadelileri siyasete karıştıkları için bilhassa 17’nci asırda Köprülü Mehmed Paşa şiddetle cezalandırdı. Siyasete bulaşması kaçınılmaz olan bu gibi kitlelerin gelişimine hoşgörüyle yaklaşılmamıştır. Hatta 19-20’nci yüzyıl dönemecinde ortaya çıkanların durumuna bakarsak İslam dünyasının bugünkü başlıca problemlerinden birinin cemaatler olduğunu söylemek haksız sayılmaz.”
Bu tespitin son ve en acı örneklerden birisini 15 Temmuz hain FETÖ darbe girişiminde milletçe tecrübe etmek zorunda kaldık. Bilhassa Selçuklu ve Osmanlı Devletleri dönemlerinde gerek Anadolu’nun gerekse Balkanların Türkleşmesi ve İslamlaşmasında büyük hizmetleri olan tarikatlar, daha sonraki dönemlerde asıl işlevlerini kaybederek dünyevi menfaat merkezlerine dönüşmeye başlamışlardır. Hatta Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminde tarikatlar Müslüman halkı parçalamaya, müritleri vasıtasıyla iktidar sahipleri üzerinde baskı kurmaya, dini menfaatleri için kullanmaya insanları tepkisiz uyuşuk yığınlara dönüştürmeye başlamışlardır. Osmanlı Devleti geç de olsa tehlikeyi görmüş ve bu tarikatları kontrol altına alabilmek için 1918’de bir tüzük dahi hazırlamış ancak maalesef yasalarla dahi yeterli netice alınamamıştır.
Kurtuluş Savaşı döneminde bir kısım tarikatlar (mesela İstanbul Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi gibi) Millî Mücadele’ye gerçekten ciddi katkılarda bulunurken bazı tarikatların saltanat ve halifelik yanlısı olarak milli mücadeleye karşı durdukları, hatta Yunan ve İngilizlerle iş birliğine kadar gittikleri görülmüştü. Tarikat tehdidinin tespitinde bulunmuş kimi İslam âlimleri de olmuştu. Mesela merhum Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Allah ile Aldatmak’ adlı kitabında, başkaca kaynaklarda da anlatılan, tarikatlarla ilgili şöyle bir bilgi var:
“Kuşadalı İbrahim Efendi 19. Yüzyılda tekkelere karşı görüşleriyle öne çıkmış en önemli mutasavvıflardandır. Bu Kuşadalı İbrahim Halvetî, Atatürk’ten yüz küsur sene önce, tekkelerden söz ederken şu mealde konuşuyor:
“Tekkelerde artık hayır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır. Bunlardan artık insanlığa da, İslam’a da hiçbir hayır gelmez. Çünkü tekkeleri, meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler.”
Onların yerine neyin konulması lazım? Kuşadalı İbrahim Efendi buna şöyle cevap vermiştir:
“Yeryüzünü bir tekke haline getirmek ve bütün yeryüzünde insanlığın hizmetinde faaliyet göstermek lazımdır. Zaten Hazreti Peygamber’in de bize bıraktığı budur. Evaile dönmek yani ilk zamana, özgün İslam’a dönmek lazımdır.”
Konunun başında da bahsettiğim gibi tek rehber olması gereken Kuran’dan uzaklaşıldıkça kimi Hoca ve Mollalar etrafında yuvalanmalar ile dinde yozlaşma ve bölünmenin artmış olması burada gayet güzel izah edilmiştir. Osmanlı Devleti son döneminde tarikatlar konusunda ciddi sorunlar yaşamış, bu sorunu aşma çareleri aramıştır. Örneğin devlette ciddi bir Bektaşi ve Mevlevi rekabeti yaşanmıştı. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı padişahları Konya Mevlevi Çelebi’sinden kılıç kuşanmaya başlayınca Bektaşiler de Yeniçeriler üzerinden devleti kontrol etmek istediler. II. Mahmut, Bektaşiliği ezmek için Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdı. Bektaşi tekkeleri, Sünni tarikatlara verildi. Bazı Bektaşi tekkeleri yıktırıldı. Ancak bu da başka bir tehdidi doğurdu. Cevdet Paşa’nın deyişiyle; “Yeniçeri Ocağı, Sünni tarikatların desteğiyle kaldırıldığından hükümet aşırı taassup yolunu tuttu. Sağlam dindarlığın yerini riyakâr taassup aldı. Meydan mutaassıplara kaldı. Bundan çok zarar görüldü.”
Devam eden süreçte II. Abdülhamit’in Osmanlıyı çöküşten kurtarma reçetesi olarak gördüğü İslamcılık politikası nedeniyle tarikatların önü bir kez daha alabildiğine açılmıştı. Abdülhamit döneminde tarikatlar korundu, tekke ve zaviyeler çoğaldı. Bu denetimsiz artış ve II. Abdülhamit sonrası devletin tamamen çöküş yoluna girmesi ile tarikatların daha da kontrolden çıkmalarına ve devlete daha büyük tehdit haline gelmelerine de sebebiyet vermiştir. Bunu Milli Mücadeleyi yürüten Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Milleti, tarikatların Kurtuluş Savaşı aleyhine tutumları nedeniyle acı bir şekilde tecrübe etmiştir.
Türkiye’de tekke ve zaviyelerin kapatılması noktasında bardağı taşıran son damla bildiğimiz üzere Şeyh Sait ayaklanması olmuştur. 1925’te Şeyh Sait’in elebaşılığında Doğu ve Güneydoğu’da başlayan ayaklanmada tekke ve zaviyelerin rolü büyüktür. Bu ayaklanma Cumhuriyet’e karşı halifeliği, eskiyi savunmak, olmazsa bir Kürt devleti kurmak için yapılmıştır. Ayaklanma bastırılıp denetim yeniden sağlandıktan sonra 1925’te 677 sayılı kanun ile tekkeler kapatılmış ve onlarla ilişkili bir kısım unvanların kullanımı da yasaklanmıştır. Büyücülük, üfürükçülük, muskacılık gibi akıl ve bilim dışı sapkınlıklarla mücadele edilmiş, uygar ve ileri bir toplum olma yolunda büyük adımlar atılmıştır. 677 sayılı yasa aslında bir başka açıdan Türkiye’de cemaat ve tarikatların da kapatılması, faaliyetlerinin engellenmesi sonucunu doğurdu. Bu son derece doğru ve isabetli bir düzenlemeydi. Atatürk’ün Nutuk’unda geçen ve durumu özetleyen, her satırı ibret, tecrübe ve ikaz barındıran şu konuşması ile bu haftaki yazıya ara veriyorum:
“Tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük, türbe bekçiliği vb. gibi birtakım sanların yasak edilmesi ve kaldırılması da Takriri Sükûn Yasası yürürlükte iken yapılmış işlerdir. Bunlarla ilgili yürütüm ve uygulamaların, toplumumuzun, boş inanlara bağlı, ilkel bir topluluk olmadığını göstermesi bakımından, ne denli gerekli olduğunu çok iyi bilirsiniz. Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve alınyazılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan oluşmuş bir topluluğa, uygar bir ulus gözüyle bakılabilir mi?”
Cumhuriyet dönemi sonrası bir nebze kontrol altında tutulan tarikat ve cemaatlerin, Siyasal İslamcılık iddiasındaki AKP iktidarı sonrası önlerinin yeniden açılması, devlete ve millete yeniden tehdit haline gelmelerine ilişkin iddialar ile kimi dini cemaat ve vakıflardaki cinsel istismar vakalarının çok artması hususlarını irdelemeye bir sonraki yazımızda devam edeceğiz.
(Tarikatlar dosyası devam edecek…)