Aylardır kurak giden Anadolu, bir damla suya hasretken artık havalar soğudu, kış kendini artık iyiden iyiye hissettirmeye başladı.
Yani sonbaharın son demlerini yaşıyoruz.
Bahçemdeki son meyveler olan ayva ve elmaları hasat ettik.
Bağ-bahçelerde her taraf hazan oldu artık.
Ama kimilerine mutluluk, kimilerine hüzün hatırlatır bu mevsimler…
Bahçemde açmış olan Kasımpatılarımı seyrediyorum.
Kış yaklaşırken geç de olsa ne güzel açmışlardı. Sarısıyla, moruyla, beyazıyla…
Ne yaparsın mevsim artık sonbahar işte…
Caddelerde rüzgâr artık kış türküsünü ıslıklarıyla çalıyor.
Kasım ayını yarıladık, tası tarağı toplayıp yola düşmek gerekiyor.
Görüyor musun bağlı-bahçeli Kırşehir, sonbaharın son günlerini yaşıyor.
Yok artık eski kavaklıklar, elmalıklar…
Kırşehir de artık giderek betonlaşıyor, ne acı…
Bir zamanlar anılarımızı süsleyen, dümdüm kokan İkizarası nerede?
Nerede Yenice Mahallesi’nin elmalıkları?
Nerede Dinekbağı’nın yeşillikleri?
Nerede Ökse?
Nerede Üçgöz?
Nerede Şalgösteren?
Nerede Karabacak?
Nerede bir zamanların burcu burcu güller kokan, güller şehri Kırşehir?
Artık bağ evinden şehir evine göçme zamanı.
Yağmur yağmaya başladı başlayacak, havalar giderek soğuyor.
Mihricanlar düşmek üzere, komşuların sobaları da yanmaya başladı bile…
Bacalar tütüyor, yazdan yapılan salçalar, kurutmalıklar, pekmezler, kışlık erzaklar hazırlanıyor.
Yaz güneşinin ısıttığı yürekleri poyraz ve karayelin melodisi iliklerimize kadar işleyerek üşütüyor artık.
Kış geliyor. Ölmekten yorulmuşların üzerini bir yorgan gibi örtecek tabiatın uyku hali başlıyor.
Ah bu mevsimler…
Yokluk ve yoksulluk içinde geçen yaşadığım zor yıllar…
Unutmak mümkün mü?
Bu mevsimler hep geçmişi getirir akla nedense.
Yüreklerimizi ısıtan geçip gitmişler zamansız bir ürperti titretiverir kalpleri…
Çocukken yüreğinizi ısıtan ne varsa gelir, boğazınıza düğümlenir bu mevsimde.
Kaybedilmiş, toprak garibi olmuş bir anne merhameti gibi…
Çoktan toprağa karışmış ulu bir çınarı andıran baba gölgesi gibi…
Ne zamandır görmüyorum, konuşamıyoruz onu kaybedeli onbir yıl oldu.
Keşke hayatta olsaydı, konuşsaydık babamla uzun uzun diyorum.
Sizi bilmiyorum ama ben baba gölgesine hasretim artık…
Baba gölgesi, belki de en çok bu mevsimde girer insanın içine doğru.
Benim babam da böyle bir sonbaharda veda etmişti bu çileli dünyaya…
Üzülmemek, elem duymamak elde değil.
Ders çıkarmak lâzımmış geçmişten…
Ya da küçük yüreğinizi vaktinde ısıtmış yitip gitmiş, ne varsa bu havada gelir oturuverir gönlünüze.
Kış, üşüyen yüreklerin birbirine iyice sokulduğu bir soba başı gibidir insan ömründe.
Kış geliyor, Kırşehir’in dağlarına sisler çöktü bile.
Karşıdaki Kervansaray Dağı hayal meyal gözüküyor.
Yüreklere çığlıktan bulutlar iniyor.
Her bırakıp giden mevsim gibi…
Gök kubbe göçmen kuşlarının çığlıklarıyla doluyor.
Sabah görmüştüm sisler çökmüş dağlarını seyrederken binlerce kuş sürüsü şehrin üzerinde dans ederken yol alıyorlardı bilinmeyen diyarlara.
Sıtma tutmuş gibi titreyen yürekleri, soğuk görünümlü kalorifer peteklerine teslim ederken, tatlı bir homurdanmayı andıran kuzinelerden, tinal sobalardan yükselen sesler çoktan gitmişler gibi çok uzaktaydı artık.
Modernizmin batağında boğuşan, daha hâlâ doymayan aç ruhlar sımsıcak yuvalarda, soba üstlerine konulan tok ruhların muhabbet meyvesi kestaneler bile şimdilerde sokağa düşmüş el yakıyordu.
Ey Kasım ayı, sen yok musun sen!
Ayların en hüzünlüsü…
Mavi gözlü, sarı saçlı Mustafa Kemal Atatürk’ü yine böyle bir ayda, soğuk bir günde, yaprakların bir bir düştüğü Kasım ayında kaybetmiştik. Tarih 10 Kasım 1938’i gösteriyordu
Büyük bir Türklük timsalini yitirmiştik bu ayda.
Yıllardır hasretiz O büyük insana…
O gün hüzündür.
Kasım ayları nedense hep hüzünlüdür.
Artık kış geliyor, ne soba var artık, ne de üstünde şarkılar söyleyen göğümler, ne de camları buğulanan evler, ne de dostu için odun kıran naif gönüllü insanlar…
Çıkar ve menfaat her şeyin önüne geçmiş.
Kırşehir’de çocukluk günlerini yaşadığımız, gördüğümüz komşuluk ilişkileri de yok olmuştu nedense.
Nerede çocukluk arkadaşlarım…
Cahit gibi kaçı kaldı, nerede diğerleri?
Cahit’in güvercin hastalığını, buğday harmanlarının başlarına çıkıp kuşlarına yem ithal ettiğini kahkahalarla izlerdik hep.
Kış geliyor…
Üşütecek yine yorgun gönülleri…
İnsanlar menfaat ve çıkarın girdabına saplanmış, vefa yok olmuş, vefa İstanbul’da bir semtin adıymış meğer!
Odun gibi olmuş ruhlar, kırıldıkça birbirini yakmakta.
Ey benim ölmüş babam, gel de uyandır beni, bu ölüm uykusundan.
Daha birkaç yıl önce seçim kaybeden Prof. Dr. Yıldırım Türk, anlatıyordu.
Vefa kalmadığını, yaptığı iyiliklerinin bedelinin bu olmaması gerektiğini söylüyordu.
“Gözün aydın hocam” dedim, “Yeni mi öğrendin, vefalılığın, iyiliğin karşılığı olmadığını. Çıkar ve menfaat her şeyin önüne geçmiş” dedim.
O da “Ne yazık ki!” diyordu.
Yaptıklarım gözlerimin önüne geliyor, “Keşke diyorum keşke… Yapmasaydım, etmeseydim” diyorum.
“Yaptıklarını inkâr edenler, anlamayanlar, anlamazlıktan gelenler, varsın öyle yapsınlar. Senin yaptığını Allah biliyor ya” diyorlar.
Ah… kabullenmek ne kadar zor!
“Ama diyorum, bir gün Allah’ın huzurunda, onlarla, inkâr edenlerle, görüşeceğim ya” diyorum.
Kader ve ilâhi işte böyle elemler içindeyim.
Üzülmek, elem duymak ne çare!
“İyi adam iyilik yapmaz” sözü hâlâ kulaklarımda.
Mevsim artık sonbahar… Tası, tarağı yüklenip bağ evinden şehir evine göçtüm de sonunda rahata erdim.
Ey benim sevgili Kırşehir’im, ey benim sevgili okurlarım; siz olmasanız, sizin sevginiz olmasa ben bütün bunları düşünebilir, yazabilir miydim?
Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacak aziz Kırşehir…