Bu yazımızda bilimsel bir anlatıma girmeden yazılı dilimizin aşağı yukarı iki bin yıllık geçmişine bir iki cümle ile değindikten sonra sözü günümüz Türkçesinin kullanımına getirmek istiyorum.

Çok eski ve köklü bir dil olan Türkçemiz kuşkusuz bu uzun süre boyunca birbirinden çok farklı dönemler geçirmiştir. Böyle uzun bir tarihsel dönemi olan bir dil için bunu doğal karşılamak gerekir. Ancak burada doğal olmayan ve Orta Asya’dan ayrıldıktan sonra özellikle yazılı dilimizin karşılaştığı kendine karşıt, aykırı olan yapısal özelliklerdir. Dilimiz Orta Asya döneminden sonra bölgenin iki önemli ve etkin dili olan Farsça ve Arapça ile iç içe geçmiştir. Bu durum Türkçenin kendi içinde gelişmesini ve zenginleşmesini engellemiştir. Çünkü aydınlarımız, dilimizin yazılı kullanımından sorumlu olanlar bölgenin bu iki etkili dilinin kültürel egemenliğinin baskısına karşı koyamamışlardır. Kuşkusuz bu karşı koyma bilincine sahip aydınlarımız da olmuştur. Onların çabaları 15. yüzyılın sonlarına kadar bu yeni oluşan duruma ancak dayanabilmiştir.

16. yüzyıldan itibaren yerleşen bu yeni yazı dili Türkçenin gelişimini 20. yüzyılın başına kadar tamamen engellemiştir. Bu dört yüzyıl boyunca oluşan konuşma dili-yazı dili ikiliği Türkçe için bir yıkım olmuştur diyebiliriz. Çünkü yazı dilinde kullanılan Arapça ve Farsça sözcükleri bir kenara bırakalım bu iki dilin deyimleri, sözcük grupları, tamlamaları ve bunlarla ilgili kuralları da yazı dilimizi tamamen bürümüştür. Bu dönemde yapılan düz yazı metinlerimizdeki cümle kuruluşlarına bakılırsa bu açıkça görülür. Bu yazımın çerçevesi içinde sözünü ettiğim durumun sayısız örneklerini sıralamam olanaksızdır.

Sonuçta o dört yüz yılın yarattığı olumsuzluklar nedeniyle 20. yüzyılın başında okur-yazar oranımızın ne kadar düşük olduğu bilinen bir gerçektir.

20. yüzyılın başında bu durumun çarpıklığını gören aydınlarımız yazı dili-konuşma dili gibi bir ikilikten kurtulmamız gerektiğine dikkat çekerek Türkiye Türkçesi terimi ile ortak bir dil oluşturmaya çalışmışlar ve bunda da başarılı olmuşlardır. Bunda 1928’de gerçekleştirilen yeni alfabenin önemli katkısını da yadsımamak gerektiğinin altını çiziyorum.

Toplumlar, uluslar dillerini yitirirlerse birikimlerini, kültürlerini de yitirirler. Başlangıçtan beri dilimizle ilgili değişiklikler kültürümüzü de etkilemiş ve Orta Asya kültürü, Osmanlı kültürü, Cumhuriyet kültürü dönemlerini yaşamış olduk.

Bugün gelinen durum nedir? Dilimizde yeni bir kırılma dönemi yaşıyoruz. Türkçeyi doğru, iyi ve güzel kullanmıyoruz. Son yıllarda dilimize persenk ettiğimiz bazı sözcükleri toplumun büyük bir kesimi anlamamaktadır. Bunu mesleğim dolayısıyla kesin olarak söyleyebiliyorum. Örneğin son dönemlerde basın-yayın ortamlarında dile dolanmış sözcüklerden “argüman, beka, referans, istişare” vb. sözcükleri yüzlerce öğrencime sorduğumda hiçbir doğru yanıt alamadığımı üzülerek belirtmeliyim. Bu durumu yaratanlar aydınlarımızdır. Bizler bu konuda bilinçli olmalıyız. Çünkü bu durum zamanla halk arasında yerleşiyor. Anlamını bilmeden onlarda bu sözcükleri kullanıyorlar. Batı dillerinden gelen herhangi bir sözcük öyle yerleşiyor ki dilimize, Türkçenin onun karşılığı olabilecek birçok sözcüğümüzü unutturuyor. Anne çocuğuna önce “bay bay” demeyi öğretiyor. Biz böylece yerleşmiş birikimlerimizin çoğunu dilimizden atıyoruz. Nereye gitti. “Hoşçakal, esen kalın, sağlıcakla kalın, allaha ısmarladık, güle güle...” düşünelim kaç kişi bu sözcüklerimizi kullanıyor, söyler misiniz?

Bu gidişle ortak dilimizi kaybederiz ve eskiden olduğu gibi ikili bir dile tutsak oluruz. Bu defa daha zor bir dille yazmak, konuşmak durumunda kalırız.

Sağlıkla...

okuma önerim: Edebiyatta Mimarlık, Hikmet Temel Akarsu - Nevnihal Erdoğan

eposta: [email protected]

telefonum: 0533 661 71 04