Pazara gidilirdi tek tek… Pazara gidilirdi kürem kürem… Pazara gidilirdi atlarla, at arabalarıyla…Pazara gidilirdi eşeklerle… Pazara gidilirdi yaya…

Kimisinin eşeğinde bir seklem buğday, kimisinin heybesinde taze koyun peyniri, tereyağ…Kimisinin sırtında ayaklarından çatılıp birbirine bağlanmış tavuklar, hindiler, horozlar…

Kimisi daha erken kalkıp davar, mal sürerdi yol kenarındaki tarlalardan…

Kimisinin peşinde sahibini çok seven, koruma içgüdüsüyle sahibinden bir türlü ayrılamayan köpekler… Köpekler alacalı, köpekler benekli, köpekler siyah… Önemli bir görevi, önemli bir işi yerine getiriyormuşlar gibi ciddî, vakur… Sahibinin yanında küçücük adımlarıyla çabuk çabuk yürüyen tatlı yaratıklar…

Hanyeri'nden, Karaova'dan, Himmetuşağı'ndan, Abdiuşağı'ndan, Manahöz'den geçerek… Çelebiuşağı'ndan, Haciselimli'den, Sofrazlı'dan… Senir yönünden göç yoluyla Eldelekli üstü…

Eldelekli köylerinin katılımıyla daha da büyüyen pazarcı kafileleri…

Yüksek bir dağdan küçük bir kar topuyla başlayan çığ gibi, muhteşem, devasa, görkemli kalabalık…

Sağ ileriden, biraz daha yüksekten, Gülveren'den, Durmuşlu'dan, Eşrefli'den, Hacımirza üstü…

Sol ileri karşıdan, mezarlık yönünden, Köşker'den, Pekmezci'den, Deveci'den, Alişar'dan, Tatarilyas'tan, belki de Homurlu'dan… Aşağı Homurlu'dan, Yukarı Homurlu'dan grup grup, sökün sökün…

Çiftlik Sarıkaya'dan, Çiftlik Mehmetağa'dan… Tam sağdan, sağ ileri karşıdan, İsahocalı'dan, Doğancı'dan…

Tekli, ikili, üçlü sabah ezanıyla başlayan pazar yolculuğu her köyün katılımıyla biraz daha büyüyerek Akpınar'ın göründüğü gedikte bir bahar seline dönüp önüne aldığını dört koldan sürükleyerek küçücük beldeye rastgele doldururdu…

Yaz aylarında hemen hemen her salı dedemle Akpınar pazarına giderdik.

Peynir, tereyağ yüklü iki eşeğimiz olurdu. Her hafta peynirleri, tereyağları satar, hayvan pazarından aldığımız davarlarla sürerek köye dönerdik. Çok davarımız olurdu. Ancak her kış bu hayvanların birçoğu hastalıktan, yetersiz beslenmeden ölürdü. O yılın yeni kuzularıyla, satın aldığımız toklularla davar sayısını tekrar arttırarak sanki gelecek kışın ölümlerine hazırlardık…

Sabah ezanının alaca karanlığında bir çocuk için uykudan kalkmak zor olur. Çoğu zaman eşeğin üstünde uyuklayarak pazardan alacağım öteberiyi, meselâ Çakır'ın kebabını uykuma yeğlerdim.

Hattâ bir seferinde Sofrazlı köyünde gruptan kopup arkada kaldığımda pazarcılardan biri “Yahu Hacı Ağa, senin bu torun biraz saf mı ne!” demişti. Dedem bu söze çok içerlemiş olmalı ki pazar dönüşü eve geldiğimizde kızıp uyanık olmam konusunda beni öğütlemişti…

Akgedik'ten Akpınar'ın görünmesiyle beraber gerek Akpınar'da, gerekse kafilelerde bir hareket, bir devinim başlardı. Birler iki, ikiler üç, üçler beş, beşler grup, gruplar bölük, bölükler alay olur, sanki işgal kuvvetleri gibi toprak damlı alçak evler, iğreti bahçe duvarları arasından gün doğumundan biraz sonra kasabaya girerdik.

Bir araya gelen pazarcıların eşekleri artık kumlu yola sığmaz, tarlalara taşıp ayaklarından ses çıkarırken düzlüklerdeki kara kargalar havalanır, eşekler anırır, Ese'nin Bağrıyanığın muavini Goca Müfit'in “Gaman'a, Gaman'a, Gamanaaa!” diyen sesi kornayla beraber sabah serinliğine yayılırdı…

Pazar üç kısımdan oluşurdu.

Birinci bölüm…

Şimdiki parkın altı… Havuzun ve arabaların park edildiği yer… Kare şeklinde bir alan… Şimdiki alanın boş olduğunu, havuzun, park yerlerinin olmadığını düşünün. Şu an alt kısımda, yani güneydoğu tarafta kahvelerin, berber dükkânlarının, av malzemesi satış yerlerinin olduğu yere kadar… Gene böyle eğimli, gene böyle bayır… Tek farkla: Bu karenin toprağı yağmur sularıyla aşınmış olduğundan toprak altından biçimsizce başını gösteren irili ufaklı taşlar sizlere dişleri dökülmüş ihtiyarlar gibi sırıtırdı…

Bu karenin kuzey tarafında genellikle köylerden gelen bakkallar tezgâh açarlar, bu tezgâhlar arasına eğer mevsim yazsa Akpınarlı Veli sepetlere doldurarak getirdiği altın sarısı üzümleri Hacıselimli'den gelen Bakkal Şaban'ın tezgâhının yanına dizer, bazen başındaki beş köşe şapkayı çıkarıp sallayarak, bazen şapkanın altına koyduğu mendiliyle yüzünün terini silerek “Üzüme gel, üzümeee! Güllü bağın üzümüneee! Güllü bağın üzümü bunlaaar! Üzümü, üzümü, güllü bağın üzümüüü!” diye bağırarak satmaya çalışırken üzümünün ve bağının da reklâmını büyük bir neş'eyle yapardı…

Biraz daha aşağıda, aşağıya doğru eğimli tarafta gazyağcı Hacı Ahmet iki varil gazyağının yanına dizdiği mavi renkli ispirto şişelerinin yanında kısa bir hortum, yamuk bir huni, bir hamur bezesi, birkaç tane kuru incir bulundururdu. Hamur bezesi ve kuru incirler müşterilerinin gazyağı aldıkları tenekelerin, ya da şişelerin ağzını kapatmak içindi…

Hacı Ahmet ince, uzun boyluydu. Daima ellerini, kollarını sallayarak yüksek sesle konuşurdu. Varilden tenekelere gazyağı aktarır, istemeyerek de olsa her seferinde boğazına gazyağı kaçırırdı. Dudakları hep ıslakmış gibi koyu kahve bir renk alır, gazyağının kayganlığından olmalı ki bağırırken sesi kontrolsüz ve çatal çıkardı…

Bu birinci bölümün alt kısmı genellikle köyünden arpa, buğday gibi hububat getirmişlere ayrılmıştı. Çuvalının, sekleminin, torbasının başında alıcı bekleyen, elleri, yüzleri gün yanığı, kavruk bedenli köylüler sigara içip sohbet ederlerdi.

Alt sıranın güney kısmının köşesinde su testisi, pekmez, turşu küpü yüklü, kapılarında bir kartal resmi ile “AK KUŞ” yazısı bulunan, beyaz renkli, burnu kesik, yüksekçe bir kamyon durur, ara sıra o da korna çalarak pazarın uğultusuna katkıda bulunurdu sanki…

Kamyonun üst kısmında, güneydeki dükkânların hemen önünde Pekmezcili Çakır küçük bir masa üzerine yerleştirdiği gazocağında baklava tepsisi gibi bir tepsi içinde taze kuzu etinden kavurma yapar, kavurmanın içine de domatesle maydanoz doğrardı. Çakır bağırarak kebabını satmaya çalışırken kebabın iştah açıcı kokusu da pazar yerine yayılarak müşteri celbederdi. Bu güzel kebabın tadını hiçbir zaman unutamadım. Nostalji de olsa geçmişi, pazarı, pazar yerini, pazara gelen o yoksul insanları hep hatırlayıp yâd ettim… (DEVAMI VAR)