Önce şiir diyenlerdenim. Şiir samimiyettir, sevgidir, estetiktir, ruhun sesi, kalbin dilidir. İyi şiiri bilirim, gerçek şairi tanırım. Onlar kalp insanıdır, kalbiyle yaşarlar, kalbiyle ağırlarlar. Söz ve kelime ustasıdırlar.

            Şiirde yapmacıklık, ikiyüzlülük, sahtelik, hırsızlık bulamazsınız. Gerçek şiirden, sahici şiirden söz ediyoruz. Gerçek şiirin anavatanı gönüldür. Anavatanı gönül olan şiire hasretiz.

            Gönülsüz bıraktılar bizi. Aşk, sevgi, romantizm öldü. Duygusal yanımız bitti. Gözyaşlarımız kurudu, içimiz dışımız, yavanlaştı, çölleşti. Şiirsiz, sevgisiz, aşksız bir toplum olduk çıktık.

            “Aşksız baş kuyruktan geridedir” der Hazreti Mevlana. Üzerinde bolca düşünülecek bir söz. Çölde vaha ne ise, vücutta şiirli kalp odur. Bir umut ışığı vardır orda. Mühürlü değildir o kalp. Hakikate açıktır. İşlenirse, kazma vurulursa ummanlara açılır. Sinesinde Şirin’i barındırır çünkü. Onun için önce şiir diyenlerdenim. Önce şiir, sonra fikir! Şiir sanattır, estetiktir, güzelliktir, idraktir!

            Şiir yazanlar çok, şair yok. Şiir gönül işidir, kalbin sesidir. Kalbiyle konuşan, kalbiyle dinleyen, kalbiyle seven, kalbiyle yaşayan kişinin uğraşıdır şiir. Şiir sarar, kucaklar, arındırır, inşa eder.

            Şiirden uzaktayız, kendimize uzağız, kalbimize yabancıyız. Kalp insanı, gönül insanı, huzur insanı vasfımızı kaybettik. Bizi onaran, inşa eden kalpler neredeyse yok artık. Sahi nerede onlar? Onun için iki yakamız bir araya gelmiyor, dağılmış tespih taneleri gibi anlamsız ve imlasız bir kompozisyona döndük.  Akortsuz, peşrevsiz bir musiki!

            Faruk Nafiz Çamlıbel,“Kireçli toprakta can suyu arayan bedbahtlar gibiyiz” demişti yüzyılın başında. Hala öyleyiz, hala dağınığız, hala içimiz dışımız çöl safarisi.

            Ancak tamamen mahrum değiliz. Yarıklardan yol bulup gelenler, şiirle buluşturmaya koşanlar yok değil ama çok az, azınlıkta, deryada damla gibi, kifayetsiz. Şiire muhtacız, sevgiye, aşka, duygusallığa, merhamete, titreyen ve titreten kalplere… Ah! Ne çok muhtacız!

            Masamın üzerinde bir umut ışığı var: VAKİT VE BEN. Yazarı, Musa Şahin.  Kırşehirli bir eğitimci, bir gönül insanı Şahin. Mucur, Geycek’ten. Âşık Hasan’ın toprağından, Geyikli Baba’nın dergâhından. Şiiri el feneri gibi kullanıyor. O fenerle bizi uyarıyor, aydınlatıyor, yol gösteriyor daha doğrusu bizi arıyor. Bulacak mı, bulamayacak mı bilmiyoruz ama bulanların arayanlar olduğunu bilenlerdeniz. Ayakları onu taşımayacak noktaya gelse de çoğu zaman o yorulmadan elindeki fenerle aramaya sevdalı bir kalem ve kelâm ehli… Vazgeçmiyor. Öyle olması gerekiyor. Öyle olmaya, öyle kalmaya, öyle yol almaya da devam ediyor.  

            Musa Şahin’le tanışalı çok olmadı. Bu senenin başında bir akşam namazı vaktinde Sanayi Camii’nde, Selahattin Hoca’nın mekânında karşılaşmıştık. Günlerden Cumartesi idi. İlginç bir tevafuk ki ne Selahattin Hoca vardı, ne de müezzin. Kendi yağımızla kavrulacaktık o akşam. Gözler namazı kıldırtacak bir çehre ararken hafif kırlaşmış sakalıyla mevzun endamlı, nur yüzlü, yeşil takkeli bir adamın kalbiyle usul usul ön safa doğru ilerlediğini gördüm. Çehresini seçer seçmez arkasında namaz kılınabilineceğine dair ısınan kalbimin sinyalleriyle doldu zihnim. Herkesin arkasında namaz kılınır mı bilmem ama kalbin sükûnetini korumasıdır önemli olan. O sükûneti yakaladığımı hissettim.

            “Allahûekber” der demez inceden inceye kulaklarımıza ulaşan davudi bir ses alıp götürdü bizi. Kıraati hakeza. İşinin ehliydi. Bilal’ın billûr kâsesinden içmişti anlaşılan. Mümindi, sesi de... Hatta zammı sureleri okurken kısa olanlarını tercih ettiği için biraz da içerlemiştim. Gene de Allah razı olsun. Çoook çok sonraları o akşam bize namaz kıldıran yanık sesli adamın Musa Şahin olduğunu öğrenecektim.

            Aylar sonra Bahri Korkmaz’ın mekânında gördüğüm “Vakit ve Ben” muhayyilemi o eski günlere götürdü. Bize namaz kıldıran o yanık sesli Musa Şahin’in meğerse başka güzel hünerleri de varmış! Bir şairmiş o. Bir kalem ve kelam erbabıymış aynı zamanda, bir de muallim. Eğitim neferi, güzeller güzeli Musabın meslektaşı! Oy oy!

            Musa Şahin şiire, yazıya kısacası memlekete hizmete yazgılı bir yürek. Bir gönül insanı. Şiir, yazı onun için bir vesile. Mahalli gazetelerdeki köşe yazarlığı ise hakeza. O derdinin hamalı bir eğitimci, çilekeş bir öğretmen. Sezai Karakoç’un mısralarında ifadesini bulan muzdariplerden:

             Kaç aç varsa hepsi ben

             Kaç hasta varsa hepsi ben

             Kaç liman önlerinde dönen

             İşsiz, hamal hepsi ben!

            Vakit ve Ben’i alıp okursanız Musa Şahin’i çok daha iyi tanırsınız, onun şiir dünyasına konuk olursunuz. Kulaklarınıza çok güzel şeyler fısıldayacaktır. Nasihatleri, tavsiyeleri çok içten ve samimi. KIZIMA şiiri duvarlara asılacak kudrette bir nasihatname, didaktik bir şiir, hemen hemen bütün şiirlerinde bu heyecanı görmek mümkün:

            Aldanma dünyanın gülen yüzüne

            Şeker şerbet gibi tatlı sözüne

            Kötü söz getirme temiz özüne

            Baba nasihati fermandır kızım!

            Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün ama yerimiz buna müsait değil. En iyisi kitabına ulaşmak, kaynağından okumak o derûnî mısraları!

            Ha şu da unutulmamalı: Geycekli Musa için her şey bu dünyadan ibaret değil. Didaktikliği de buradan esin. Sanatlı söyleyişlerden ziyade Büyük Gün’e hazırlanan ve hazırlayan bir gönül işçisi o. Mısraları buna şahit. Âşık Şahin mahlasıyla kaleme aldığı ECEL şiiri onun iç dünyasının röntgeni. Sözlerimizi ECEL’in son mısralarıyla bağlayalım. Şiirle kalın, esen kalın.

           

            Âşık Şahin esirge gel gözünü

            Her vakit Hakk’a döndür yüzünü.

            Yüce Rabbim duam şudur: “El aman”

            “Ahirette kara etme yüzümü…”