Siyasi gündemin uzağında yaşamak istiyorum. Partilerden, kalabalıklardan, kavgalardan uzak bir hayat! Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmak istemiyorum. Yalansız, dolansız sevgi eksenli bir uzaklıkta!
Bu mümkün mü bilmiyorum ama böyle uzaklarda yeşilin tonlarının belirgin olduğu pastoral bir dünya özlemi, özlemlerimin başköşesinde. Duvarların, düşmanların, kutuplaşmaların olmadığı pastoral, şeffaf bir dünya. Semtlerden, caddelerden soyutlanmış bir dünya değildir altını çizdiğim. Kitaplardan, kütüphanelerden, yazarlardan, şairlerden izler taşıyan; sokakları, caddeleri, parkları, kütüphaneleri olan, dünün nağmelerini kulaklarımıza, gönlümüze fısıldayan büyülü bir dünya; bizi yarınlara bağlayan bir hafıza! Kim silmek ister dünün hafızasını, yaşadığı şehrin sokaklarından?
Ne hissedeceğimin derdindeyim; ne göreceğimin, ne duyacağımın değil. Türkü gibi, şiir gibi yaşamak isterim. Bulutların üstünde, maviliklerin içinde, rüzgâr sesinde; yaprak hışırtılarının, ruhanî bir musikinin, beyazlığın, kitapların arasında!
Tarih bilincimiz eksik, sosyal dokumuz kırık, dualarımız, ilişkilerimiz yüzeysel, yavan tıpkı ibadetlerimiz gibi. İçtenliğimiz, sevgimiz, samimiyetimiz düşük gramajlı, yetersiz.
Sorumsuzuz. Meraksız, özgüvensiz bir halet-i ruhiyemiz var, âna kilitliyiz, yarına kapalı! Donanımlı, kültürlü, zeki yanlarımız neredeyse yok denecek boyutta; ötekinin yerine atacak adımımız, söylenecek sözümüz, çarpacak kalbimiz yok. Bencil, nobran, seküler ve çokta karamsarız. Habire değişiyoruz; paramız, arabalarımız, evlerimiz, marka ve statülerimiz bizi yabancılaştırıyor, kendimizden uzaklaştırıyor, kendimize kalamıyoruz; eleştirdiklerimize yenik düşüyoruz, onlara dönüşüyoruz.
Türkü sesi daha az geliyor kulaklarımıza. Çoğumuz duymuyoruz bile. Taşlar yerli yerinden kopuyor habire. İğneyi başkasına, çuvaldızı kendimize batırma reflekslerimizi yitirmişiz neredeyse.
Yüreğimin her telini sızlatan hikâyeleri duymak istemiyorum çoğu zaman çünkü su girdiği kabın rengini alıyor zamanla. Zamanla kendimizi tanıyamaz hale geliriz diye korkuyorum Hepimiz adına konuşuyorum. Korkularımı şekillendiren bu iç duyuşlardır. Bu iç duyuşları toplum olarak tamamen yitireceğiz diye kaygılanıyorum, korkularım, çırpınışlarım bundan ibaret. “Siyasi gündemin uzağında yaşamayı” arzulayışım, “partilerden, kalabalıklardan, kavgalardan uzak hayat özlemim”, “kimsenin etlisine sütlüsüne karışmak istemeyişim” bundan! Ancak yoldayım, yürüyorum. İç ve dış kavgalarım devam ediyor. Hikâyemin sonuna gelmedim. Başkalarının istediği kadar değil, ihtiyacım kadar kendimi duymak, kendimi yaşamak istiyorum. Ya sen?
Düşünmeden edemiyorum. Kendimize katlanamıyoruz. Evle sokak arasına sıkışmış ve patlamak üzere olan tercihlerin müdavimleri gibiyiz. Kadınlarımız, kızlarımız, çocuklarımız, erkeklerimiz hep birbirimize benziyoruz.
Ortası yok bazı şeylerin. Durup dinlenmeye vakti yok kimsenin. Kırılgan, ince, solgun bir haldeyiz. Ardı arkası kesilmeyen düşlerimiz hep aynı sokağa çıkıyor. Önümüzde duvarlar, kavgalar, kaoslar… Tokuz ama rahat değiliz, huzurumuz yok, mutluluklarımız kırık dökük. Sevgisiz kalmış çocuklar gibiyiz. Dünü, yarını, hayalleri olmayan çocuklar! Yurtsuzuz tıpkı göçmenler gibi... Tutunacak dallarımız kırık, kırmışız her bir yanımızı, yara bere içindeyiz, sarıp sarmalamaya gücümüz yok, vaktimizde!
Gülümsemeye, kırlara çıkmaya, türkü dinlemeye, patika yollardan yürümeye, yeşile, renklere, masallara hasretim. Arınmak, ayıkmak, kendime gelmek istiyorum. Buna hakkım yok mu? Kitapların kurguladığı hayatların arasından sana gelecek yolları bulmak istiyorum. Seni bulmak, kendimle yüzleşmek, kaybettiğim beni bulmak ve yeniden doğmak istiyorum. Beni duy Süeda! Ben sensiz bir hiçim, varım ama yokum, kendime yetmiyorum. Ellerim, kollarım zayıf, yüreğim sende kaldı. Gel bul beni! Kendimi bulmak, seni yaşamak istiyorum Süeda!