Bir nehrin suları gibi doğudan batıya doğru akıyordu hayat. Bu akıntıyla beraber güneş vurmuş gibi aydınlanıyordu gönüller. Taş, toprak, ağaç, çiçek, insan... Her şey anlamına kavuşuyordu. Bu kavuşmayla beraber bir başka vuslatın kapısı aralanıyordu. Her şey aslına, kendine, özüne dönüyordu. Sathilik, yapaylık, şekilcilik, ruhsuzluk kayboluyordu. Döngü hızlı dönüyordu. Mevsimler birbirine yetişemiyordu. Hayat rengârenkti, cümbüş vardı evrende, musikiye dönüşen bir fısıltının içe akan kelimeleri gibiydi gözlere yansıyan ışıltı; gözler gönüllere aynaydı ve ayna aşka vurgundu. Aşk kuvvetliydi; kuvvetli olan her şey aşka dairdi.

Şehirler, kasabalar, köyler yenileniyordu. Karanlığın yerini aydınlık, kasavetin yerini ferahlık, hüznün yerini mutluluk alıyordu. Rum ülkesinin çocukları, gençleri, yaşlıları bu nehrin sularıyla yıkanıyordu, bu döngünün ışığıyla aydınlanıyordu. Bu ışıkla akıyordu hayat, insan, tarih, fikir, düşünce, sevgi ve medeniyet…

Abdullah’ın hikâyesi de bu akıntının içinde gün yüzüne çıktı. Onu bu illere bu aşk getirdi. O, bu aşkın doğurduğu bir nehirdir. Mısır’da Nil, Balkanlar’da Tuna, Mezopotamya’da Fırat u Dicle ne ise Rum ilinde de Abdullah odur. Güneşten bir parça gibi usul usul girdi boş bulduğu yarıklardan gönüllere, gönüller onun attığı tohumla yeşerdi, dal budak saldı. Gün onunla yeniden aydınlandı, güneş onunla yeniden anlamını buldu, harman onunla yeniden düvenle barıştı. Bu harmanın yerinde onun kokusu, onun duyuşu vardır. Onu bize, bizi ona kavuşturan bu iklimdir.

İstanbul’a giden yol İznik’ten geçerdi. İznik mühim şehirdi Bizans için. Alınması elzemdi. Halk tekfurların zulmünden bizardı. Osmanlının hasretiyle sokaklarda dolaşan yaşlıların köşe başlarında yüzlerini güneşe çevirerek yaptıkları dualara ağaçlar, kuşlar, rüzgârlar şahitti. Bunun farkındaydı Orhan Gazi. İki önemli komutanını, Akça Koca ile Konur Alp’i bu buranın fethinde görevlendirmişti. İkisi de İznik önlerinde Rahmeti rahmana kavuştu. Bu ölümler Orhan Gazi için yas değil, kamçı oldu. Gözünü açtı, dualarına ve baskınlarına hız kazandırdı.

Bizans’ı da İznik kaygısı sarmıştı; ateş alev almıştı bir kere. Birçok kale el değiştirmişti. Yürekler İznik diye çarpıyordu. İznik düşerse İstanbul fanussuz kalacaktı. İmparator 3. Andronikos hem İznik’i muhasaradan kurtarmak hem de Osmanlı’ya kaptırdığı kaleleri geri almak için on bin kişilik ordusuyla yola düştü.

İki ordu Darıca ile Eskihisar arasında bulunan Pelekanon mevkiinde karşı karşıya geldiğinde tarihler 1331’i gösteriyordu. Orhan Gazi, karşısında on bin kişilik bir orduyla duran İmparator 3. Andronikos’tan çok hasta yatağında yatan babası Osman’ı, bu gaza uğruna toprağa verdiği canları düşünüyordu. Fethin müjdeli haberini bir an önce almalıydı. Onun için bu iş bugün ya da yarın mutlaka bitmeliydi.

Orhan Gazi’nin maiyetinde iki bin civarında alperen vardı. Şehir dört bir taraftan muhasara altına alındı. Kadınlara, kızlara, çocuklara, yaşlılara, silahsız insanlara, aman dileyen askerlere dokunulmayacağı haberi tez elden uçuruldu. Osmanlı’nın sözünün ne anlama geldiğini Bursa’nın fethinden bilirlerdi. Osmanlı demek adalet demekti, huzur demekti, güven demekti! Ve buraların bir an önce Osmanlılar tarafından fethi dualarının en başındaydı. Tekfurların zulmünden usanç gelmişti cümlesine.

Orhan Gazi sulhtan yanaydı. Kılıç isteyenlere de hodri meydan diyordu. Korkusuz ve kararlıydı. Yağmur bulutları gibi şehri çepeçevre sardılar. Şehir nefessiz kalmıştı. Orhan’ın kararlılığı tekfurların kalbine korku düşürdü. Can havliyle şehri terk edip Bizans’a doğru yol aldılar.

Orhan Gazi muzaffer bir komutan edasıyla şehre girdi. Hiç ummadığı kadar halkın teveccühüyle karşılaştı. Halk, Orhan’ı bekliyordu. Dillerde Orhan’ın ve dahi Osmanlı’nın adaleti ve merhameti vardı.

Şehrin en büyük caddesine, atının üzerinde, dudaklarında tarihe geçecek cümlelerle daldı. “Herkes emin olsun ve bilsin ki Ertuğrul’un ve Osman’ın evladı Kayı’nın başı ve dahi İslam’ın hizmetkârı Orhan’ın toprağında Müslim, gayr-i Müslim herkes güvende ve emniyettedir. Bize sığınan bizdendir. Dini de, dili de, ailesi de, kutsalı da bize emanettir. Varsın herkes işinin başına, evladının yanına dönsün. Şehrimiz güvendedir artık. Gayri suçlu, günahkâr aramak beyhudedir. Affetmek zaferin zekâtıdır…”

Meydanlar ana baba günüydü. Müslim- Gayr-i Müslim tüm ahali gözyaşına boğulmuştu. Yüzlerde tebessüm, gönüllerde sevinç, çarşı-pazarda şölen vardı. Müslümanların merhametine şahit olan gayrimüslimlerin dudaklarından “Ne olurdu eskiden beri bunlar bize bey olaydı!” cümleleri dökülüyordu.

Bu tezahüratları duyan Orhan Gazi yanındakilere “Fetih budur işte. Kılıçla, kelle almakla fetih olaydı dünya Cengiz Han’ın olurdu. Gönüllerini fethedemediğiniz halkın fatihi olamazsınız. Elhamdülillah. Mevla bize bu günleri gösterdi.

Orhan Gazi şehri bir baştan bir başa dolaştı. Gördüğü herkesi selamladı, herkesin maruzatını dinledi. Müslüman olanların haddi hesabı yoktu. Tekfurların dininden olmaktansa Osmanlı’nın dinine gireriz daha iyi diyorlardı ve oluyorlardı. Yörenin demografik yapısı kısa sürede değişti. Kısa sürede halk kaynaştı, Müslim-Gayri Müslim farkı yok denecek bir noktaya geriledi.

Şehirde ne kadar fakir fukara, yetim, dul, sakat, bakıma muhtaç varsa tespit edildi; onlar için aş evleri açıldı. Aş evlerini camiler, çeşmeler, medreseler, hanlar, hamamlar, köprüler, imarethaneler takip etti. Şehir kısa sürede İslam şehri, müminlerin beldesi oldu. Şehrin meydanında bulunan en büyük kilise camiye çevrildi. İlk Cuma namazı orada kılındı. Onun yakınındaki manastır medrese oldu. Daha da önemlisi Orhan Bey otağını İznik’e taşıdı. İznik müminlerin baş şehri oldu.

Orhan Bey yerinde duramayan bir ruha sahipti. Onun adalet ve merhametini duyanlar hükümdarlığına talip oldu. Kapısını çalanların çoğu Hıristiyan beldelerden gelen gayr-i Müslimlerdi. “Ne olur gel bizi de kurtar tekfurların zulmünden!” diyorlardı. Orhan Bey duyar da durur mu? Tez elden sefer hazırlıkları yapıldı. İzmit, Hereke, Göynük, Tarakçı, Mudurnu, Gemlik, Anahor ve Armutulu Bizans keferesinden alınarak İslam beldeleri yapıldı.

Ve bu seferlere yeni gazalar, yeni fetihler ve yeni sayfalar eklendi. Günler, aylar, yıllar Orhan Bey’in hükümdarlığını güçlendirdi. Herkes mutlu mesut bir hayat sürmeye başladı. Fakat gene de şehirde dertliler, kederliler, noksanlar vardı. Savaşlarda kocası ölen pek çok kadın dul kalmıştı. Orhan Bey için bir fırsattı. Halkı kaynaştırmak, Ensar-Muhacir ruhunu yaşatmak istiyordu. Tam bu günlerde, bir ikindi vakti etrafında gözü kara alperenleriyle şehri kolaçan ederken önünü kesen kalabalık bir gayr-i Müslim gruba kulak kabarttı. Bunların çoğu kocaları ya da babaları savaşlarda, felaketlerde ölmüş ve sahipsiz kalmış kadınlar, çocuklar ve genç kızlardı. Artık Orhan’ın maiyetindeydiler, onların yuvaları da, iaşeleri de Orhan’dan sorulurdu. Töre buydu. Sıra dışı bir karar verdi. Gayrimüslim dul ahaliyi gazileriyle nikâhlayarak İznik ahalisini tümüyle bağrına bastı. Orhan’a yakışan da, Orhan’dan beklenen de buydu. İşleri rayına oturtan Orhan Gazi, İznik’in sulhunu ve salahını büyük oğlu Süleyman Şah’a, Bursa’yı Murat Hana, Karacahisar’ı da amcaoğlu Gündüz Bey’e emanet etti. Bu sancaklar onlardan sorulurdu artık.

Orhan Gazi yüreği pek, bileği bükülmez, kararları isabetli bir bey idi. Fethettiği bu bölgelere adalet ve merhametiyle nam saldıysa da onun asıl amacı ila-yı kelimetullah davasıydı. Tebliğin ulaşmadığı hiç kimse kalmamalıydı. Ona göre en büyük tebliğ yaşamaktı. Sana gelen zorla değil, severek, isteyerek, bilerek gelmelidir. Kılıçla değil, kalple fetihler yapılmalıdır. Kılıçla fethettiğini bir başkası kılıçla senden geri alabilir ama kalple fethettiğini kimse alamaz. Eskişehir, Konya, Manisa başta olmak üzere buralardan âlim ve sufi meşrep birçok aile getirilip İznik’e yerleştirdi. Onların aracılığıyla İslamiyet’in bu topraklarda hızla kökleşmesini sağlamaktı. Bu kökleşmeyi sağlayanların arasında daha sonraları Eşrefiye’nin kurucusu ve tasavvuf şairi olarak ünlenecek olan Şeyh Abdullah el-Mısrî’de vardı nam-ı meşhur Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri. Anadolu kışını bahara çevirerek aşkla, imanla, irfanla aydınlatan cümle erenlere selam olsun.

Abdulbari KARABEYESER