Aradan kaç gün geçti bilmiyorum. Hala yaşadıklarımın etkisindeydim. Rüyanın aynasında hakikat ile yüzleşmek böyle bir şeydi herhalde. Karlı bir günde buluşmuştuk cami avlusunda. Sonra Dilbeste Cafe’ye geçmiştik. O götürmüştü bizi. İlk defa gördüğüm bir kafeydi. Değişik değişik insanlar oturuyordu içeride. Hepsinin yüzünde bir nur, insanın içine sirayet eden bir güzellik vardı. Hiçbirini tanımıyordum. İnsanın ruhunu ve gönlünü okşayan bir mekândı. Duvarları süsleyen şark halıları, gravürler, hilye-i şerif, Mevlana, Şems-i Tebrizi ve isimlerini duymadığım ariflere ait sözler, nereden yayıldığını bilemediğim bir ney sesi ve gönüller şad û handan kılan bir musiki. Kütüphanesi hakezâ.
Oturacak yer bakarken yıllardır bulunduğum şehre yabancıymışım hissine kapılmıştım bir an ama çabuk toparlanmıştım. Köşede, akvaryumun hemen dibine oturmuştuk. Uzun uzun dertleşmiştik. O anlatmıştı, ben dinlemiştim, ben dinlemiştim o susmuştu. Gözlerimiz vardı, ellerimiz vardı, dudaklarımız vardı, anlatamayacağımız yaralarımız vardı. Birbirimize çok ihtiyacımız vardı. Gözleriyle beni demledi bir süre, bir süre gönlüm onunla avundu. “Şems, Mevlana’ya dönmeden gönül durulmaz”, dedi usulca. “Mevlana, Şemssiz bayraksız bir vatandır”, dedi. Söz, sözü açtı, gün ikindiye evrildi. Zaman hızla eridi çayda eriyen şeker misali.
İki rüya birleşmek üzere ayrıldı. Aşk, rüyaların toplamıdır. Rüyalar aşka açılan kapılardır. Kapılardan şehre girilir. Şehir aşkın vatanıdır. Vatansızlık ızdıraptır, ayrılık azaptır, ilaç sabırdır. Sabırla sınanmayanı, kapısından geçmeyeni şehre almazlar. Çünkü bu şehir hamlara haramdır. Pişmek, olgunlaşmak, kemale ermek bu kapıdan girmenin mükâfatıdır, şifre sabırdır.
Onu Dilbeste Cafe’de bıraktığımı sanmıştım. O da öyle sanmıştı. Kar tanelerinin havada helezonik tablolar çizerek yolları, dalları, saçakları beyaza bürüdüğü ikindi vakti, bir rüzgâr gibi savrulmuştum sokak aralarına. Ha şurada, ha burada ayrılacağız ümidiyle eve kadar gelmiştik. Kapıyı açarken, ayakkabılarımı çıkarırken, lavaboya girerken, mutfağa geçerken, sofraya otururken, kitap okurken, yatağıma uzanırken, uykuya dalarken hep yanımdaydı; hiç ayrılmadı, bırakmadı, uzaklaşmadı benden. Bir tende iki can gibi olmuştuk. Dışta bir, içte ikiydik. Gülüyorduk, konuşuyorduk, eğleniyorduk, birbirimize hikâyeler, öyküler anlatıyorduk, planlar yapıyorduk, şarkı, türkü dinliyorduk, hayaller kuruyorduk, uzaya çıkmaya ramak kala anlar yakalıyorduk. Günler, saatler, dakikalar aktı geçti.
Uykusuz geçen bir gecenin sabahında telefonumun sesiyle gözlerimi açtım dünyaya. Dünyanın semasına şu not düşmüştü. “Dilbeste Cafe’de bıraktığını sanıyordum. Beni geri oraya bırakabilir misin zahmet olmaza?” Devamında şu kurutulmuş cümle vardı askıda: “Güne nasıl uyandın?”
“Aydınlık bir güne uyandım. Sana uyandım. Yanımda kitaplar, aklımda güzel dostlar, masmavi, ışıl ışıl pastoral bir dünya: Şiir gibi, türkü gibi, rüya gibi, sen gibi… Elhamdülillah.”
Usulca yatağımdan kalktım, pencereden dışarıyı seyre koyuldum. Sokaktan geçen insanları, damlara tüneyen güvercinleri izledim bir süre. Hava bulutlu ve dünkü kardan eser yoktu. Bir şeyler içmek geldi içimden ama vaktim yoktu. Giyinip çıkmaya hazırlanırken ikinci bir mesaj sesiyle telefona yöneldim. Aynı hızla mesaj tuşuna bastım.
“Az sonra kafede olacam. “Olgunlaştıran Aşk” üzerine bir seminerim var. Birkaç cümleyle de olsa yardımına ihtiyacım var.”
Ben de kafede olacaktım. Orada konuşuruz düşüncesiyle “geliyorum” diye cevap yazdım. “Sen yaz gönder, gelince konuşur, değerlendiririz” cevabı geldi peşi sıra.
Ne yazacağımı bilemeden masama gömüldüm bir süre. Kütüphaneye, kitaplara, duvarlara takıldı gözlerim. Her şey çok değişik görünüyordu bu sabah. Aynada kendimi seyretmek istedim ama ayna yoktu. Duvarda elbiseleri gül ve çiçek desenli bir kız koşuyordu, yağmur yağıyordu, rüzgâr esiyordu, saçları siyahtı, gözleri ela, bana bakıyordu. Kıvrımlarına secde izleri sinmiş yemyeşil bir seccadenin üzerinde huzura çıkmıştı. Huzurdaydı. Dilbeste Cafe’de buluştuğumuz kıza ne kadar da çok benziyordu gözleri. Ayaklarında çorap yoktu, bembeyaz, kar gibiydi teni. Seccadenin üzerinde havada duruyordu. Yükseliyordu habire. Kollarımı uzattım, boşlukta kaldı ellerim. Duvarlar camlara döndü, saydamlaştı tüm dünya ve kayboldu sonra gözlerden, gözler kayboldu sonra duvarda, duvar bir noktaya dönüştü, uzaklaştı benden.
İçimi kaplayan derin bir hüzün ve acıyla masayı yumruklamaya başladım. Yumuşak bir şeye takıldı ellerim. Baktım bembeyaz bir kâğıt ve üzerinde menekşe renginde bir yazı: “Olgunlaştıran Aşk”
Şaşkınlığımın tavan yaptığı bir atmosfere taşındı ruh halim ve gözlerim takıldı gitti cümlelere. Sadra şifa bir metindi. İçim dışıma taşındı. Ateşe doğru koşan pervanelere döndüm. Yanmak düştü payıma. Payıma yanmak düştü. Acıyla sarsıldım. Kendime gelemedim bir vakit. Kendimin çok uzağında, onun çok yakınındaydım. “Kül olmadan hakikat bilinmez” demişler. Ne demekse! Çok haklılarmış galiba! Yusuf’u da, Züleyha’yı da gördüm aynı ateşin içinde. İnsan ateşe girmeden pişmezmiş, bilmezmişim ben ateşin kemale erdirdiğini. Bilenler bilir, bilenler harlarlar ateşi çünkü ancak yanan bilir yanmanın ne demek olduğunu!
Yazının göklerden sarkıtılmış bir ipe bağlı olduğunu görmemle “gönder” tuşuna basmam bir oldu. Zamanın içindeydim ya da dışındaydım bilmiyorum. Bildiğim, ben, ben değildim; ben oydum, o bendi ve olgunlaştıran bir aşkın merhametinin insafına kalmıştım.
Olgunlaştıran Aşk
Yola düşmüşsünüz gidiyorsunuz. Önünüze ağaçsız, yeşilliksiz, upuzun bir sahra çıkıyor. Yanınızda ne bir dostunuz, ne de çıkınınızda ekmek ve suyunuz var. Kararsız ve umutsuz bir halde yol alıyorsunuz.
Yolda ilerlerken açlık ve susuzluğa bir de şiddetli bir yağmur ekleniyor. Tüm neşenizi, moralinizi, umudunuzu kaybettiğinizi hissediyorsunuz. Ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. İşte tam bu sırada az ileride bir ev görüyorsunuz. Çabucak toparlanıp var gücünüzle o eve doğru koşmaya başlıyorsunuz. Hem mutlusunuz, hem koşuyorsunuz. Aklınızda ise deli sorular, deli dolu hayaller! Ekmek, su, yemek, köşesine kıvrılıp yağmurun ıslattığı elbisenizi kurutacağınız bir şömine ve dilinizden anlayan ince ruhlu, merhametli, yardımsever, sevgi dolu bir ev sahibi ya da bir haminne.
Büyük bir sevinç ve mutluluk içinde eve varıyorsunuz. Aralık olan kapıdan içeriye adımınızı atar atmaz büyük bir hayal kırıklığı içine düşüyorsunuz çünkü evin üstünün açık, damsız olduğunu görüyorsunuz! İçerisinde de diz boyu bir yağmur birikintisi. İçinizde birazcıkta olsa geriye kalmış olan sevincinizi, neşenizi, ümidinizi tamamen yitiriyorsunuz. İliklerinize kadar hissettiğiniz o şiddetli yağmura, açlığa ve susuzluğa bir de gözyaşlarınız ekleniyor. Dudaklarınızda ise aklınızı yele veren mısralar:
Bu yağmur, bu yağmur kıldan ince
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur
Bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince
Aynalar yüzümü tanımaz olur.
Abdulbari Karabeyeser