İnsanoğlu geçinebilmek, muhannete muhtaç olmamak için çalışmak ve kazanmak zorundadır. “Herkes okuyacak ta iş bulacak, kuracak” diye bir kaide yoktur. Devletin her kademesinde memura işçiye ihtiyaç olduğu gibi serbest meslek erbabına da toplum da yer vardır.
Herkes işini severek yapmalıdır. Sevgi yaşamın ilacı, tuzu ve biberidir. Sevmeden yapılan hiçbir işin asla artısı olmaz. İşine bu kadar severek bağlanan birisinin arada sırada başını kaldırıp sağını solunu kontrol etmesi gerekir. Her şey iş demek değildir. İnsanlar arada sırada kendisini sorgulayıp kişilerin hakkında ne düşünüp arkasından ne konuştuklarını, ne görüşte olduklarını gizlice araştırıp öğrenmesi gerekir. Herkes aynanın gösterdiği gibi olamaz.
Kırşehir’in Sorsavuş Köyü’nün en fakirlerindendi Mahmut Çavuş. Babası Kır Memmet ölünce ondan kalan taşınmazlardan dört kardeşten payına otuz dönüm tarla ile bir bağ birde bahçe düşmüştü. Tarlanın on beş dönümünü ekerken diğer on beş dönümünü nadasa bırakmak zorundaydı. İki öküz ve karasabanla yaptığı çiftçilikten aldığı mahsul ün bir kısmını seneye ekeceği tohumluğa, bir kısmını da ahırdaki iki öküz ve iki ineğe yemlik ayırdığında geri kalan kısım yiyecekleri unluğa yetmiyor, bu yüzden yerine göre elinde olan komşusundan veren olursa seneye ödemeye kışın ortasında buğday aldığı oluyordu.
Üç oğlu birde kızı olmuştu Pembe ile evleneli. Çocuklarının en büyüğü İbrahim yaşı on bir ya da on iki olmasına rağmen çok olgun bir yapıya sahipti, ailesinin çektiği sıkıntıları ve babasının ezikliğinin farkındaydı. Okullar kapanınca köyün davar çobanlarına çeltek giderek evlerinin geçiminde babasına katkıda bulunuyordu katkı da bulunuyordu.
Bir günün akşam yemeğinden sonra İbrahim bütün cesaretini toplayarak yaşından umulmayacak bir olgunlukla şekilde “Baba burada açlıktan ölmektense göçüp şehirde aç ölsek olmaz mı” deyince babasının kendine kızacağı kanısına vararak korkudan adeta kaçarcasına odadan kendisini dışarıya attı.
O gece Mahmut Çavuş düşünmekten yastığın o başından bu başına dönmekten sabahı diri etti.
İbrahim’in dedikleri yabana atılacak şeyler değildi ama “bir kalbur horantayı şehirde ariye verir, rezil eder, köylünün diline düşerim “ korkusu ağır bastığından o gözeye iş güç telaşından basmadı bile.
O yılda harmandan kalktıktan sonra zar zor eneği eneğe denk getirerek kışa girmiş oldu. Şubat
Ayının sonlarıydı sabah ahıra girdiğinde öküzlerden birisi tir tir titriyordu, güya hayvan hastalığından anlayan bir köylüsü öküzü muayene etti, “üşütmüş, suyunu ılık içirin, bir şey olmaz geçer” diyerek ahırdan çıkıp gitti. On gün sonra yatsı vakti öküzün ölüsünü birkaç komşusunun yardımı ile köyün dışındaki küllüğe atıp geldiler.
Baharın yüzünü gösterdiği günün birisinde oğlu İbrahim’e hak veren Mahmut çavuş ahırdaki iki inekle bir öküzü de yanına alarak göçü şehre taşıdı. Kiraladıkları ev şehrin kenar mahallesiydi, inekleri otlatacak yer boldu, hiç olmazsa sütünün, yağının fazlasını satarlar, evin geçimine katkısı olurdu, bu düşünce ile onları satmaktan vazgeçip şehirde işine yaramayacak öküzü hayvan pazarına götürdü.
Eve geçim lazımdı, bir kalbur horanta onun eline bakıyordu, oturdukları mahalle bağlık, bahçelik olduğundan iş bulmada hiç zorluk çekmedi. Gençti, eli kazma, kürek, bel tutuyordu.
Çalışırken asla hileye teşebbüs etmiyor zamanla bu yüzden işverenlerce sevilip sayılmağa başlanmış
günü birlik çalışmaktan dolayı günleri boş geçmez olmuştu.
Zalim yıllar sanki kovalayanı varmış gibi ne çabuk geçiyordu, İbrahim’in verdiği akılla şehre göçeli kaç yılın arkada kaldığını bilmiyordu bile bilmiyordu Mahmut Çavuş. Az da olsa beli bükülmüş, başında kalan tek tük kalan saçları ile sonradan bıraktığı kıvırcık sakallarına kır düşmüştü. Oğulları el ele vererek zamanla odun, kömür, nakliye işinde başarılı olmuşlar evlenip çoluk çocuğa karışmışlardı.
Bazen hanımı Pembe’yi yanına alarak kiraladığı faytonla şehrin kendi evine uzak bir kenar mahallesinde oturan kızı Yasemini ve torunlarını ziyarete gidiyor, orada iki üç gün kalıp sıkılınca tekrar evine dönüyor, kahve yaşamı olmadığından vaktin çoğunu oğullarının ardiyesinde geçiriyordu.
Yaşlılığın verdiği ‘bir işe yaramama’ stresinden dolayı kendi kendisine boşluğa düştüğünü sanıyor “yoksa iş yerinde oğullarıma ayak bağımı oluyorum” kuşkusuna kapılıyordu.
Oğulları elleri para tutunca evlerini ayırsalar da hanımı ile yine eski kiralık evde oturuyorlar,
ahır, inek, dana ve süt işlerine eskisi gibi yine devam ediyorlardı. Sabah evden çıkarken hanımı pazardan “şunları almayı unutma” diye sipariş vermişti. Pazar yerine gidip ihtiyaçlarını gördükten sonra “uygun fiyata bulursam eve beş on tavuk alayımda bari torunlar yumurtasını yerler “ düşüncesiyle tavuk pazarının yolunu tuttu. Sağı solu gezinirken kulağına “Mahmut Çavuuş, Mahmut Çavuş “ diye çağıran bir ses duydu, dönüp baktığında yıllar evvel bahçesini bellediği pazarda tavuk alım satımıyla uğraşan Hakkı Usta’yı tanımakta gecikmedi.
Sağdan soldan konuşurlarken Hakkı usta bazen kendisinden izin alarak gelen müşterilerle
ilgilenmeyi de ihmal etmiyordu. Mahmut Çavuş tavuk almayı aklından çıkarmış vakit geçirememek den dert yanmaya başlamıştı. Hakkı Usta hem onu dinliyor hem de bir tavukla ilgileniyordu.
Hakkı Usta lafı pek öyle uzatanlardan değildi “usanacak ne var kardeşim, aha sana bir sürü tavuk, bu gün akşama kadar başımı bekle, benden bir şeyler öğren, haftaya ne kadar istersen vereyim
sattığın senin, satamadığın benim kazancın bol olur inşallah.”
Yasemin bir gün önce komşusu Sakine yengesine “daha ömrümde pazar nedir bilmedim görmedim yengem, ne olur seninle beraber gidelim, hem evin ihtiyacını görürüm hem de çoktandır
anamı babamı görmedim, duyduğuma göre babam pazarda tavuk alıp satıyormuş görmek kısmetse görüp hasret gideririm, seni sana seni Allaha, kırma beni yengem. Tek paran yoksa ödünç vereyim.”
Tavuk pazarı o gün çok kalabalıktı. Rengarenk tavuklar, civcivler, hindiler, ördekler, kazlar,kırılmasın diye sepetlere samanla beraber konmuş yumurtalar, ve bunları alıp satıcı sayısız kişiler. Kimileri tavuk beğeniyor, kimileride yumurtadan kesilmiş tavuklarını evlerinden getirip oradaki alım satımcılar la takasa girip pazarlığa başlıyorlardı. Tavukların çoğu kafesli araçlarda müşteri beklerken çokları da ince tellerle çevrilmiş kafeslerinde yerdeki toprağı eşeliyorlardı. Gelen müşteriler beğendikleri tavukları satıcıya gösteriyorlar, onlarda ellerindeki ince çubuk demirden yapılmış özel aletlerini kafesin ufacık kapısından sokarak istenilen tavuğun ayağına geçirdikleri gibi onları dışarı çıkararak müşterisinin beğenisine sunuyorlardı.
Yasemin yengesi Sakine ile Pazar alış verişlerini yaptıktan sonra ‘araya sora’ tavuk pazarını, orada da babasının yerini öğrendiler. Mahmut Çavuş’un o gün başı çok kalabalıktı. Hakkı ustadan mesleği kavradıktan sonra işini zamanla ilerletmiş bu piyasada bu yaşta isminden söz ettirir bir esnaf olmuştu. İşlere yetişemediğinden kendisine bir yardımcı aldıktan sonra işi bırakan Hakkı Usta’nın da
araç ve gereçlerini satın alarak başka pazarlara da gider olmuştu.
Yasemin Sakine yengesinden izin alarak babasına yaklaşıp “baba baba “ dediyse de o anda bir müşterisine sattığı yumurtaları sayan babası oralı olmadı, sesi tavukların ötüşüne karışıp gitti. Az sonra Yasemin tekrar “baba, baba” dediyse de bir müşterisine elinde tuttuğu tavuğu satmaya çalışan babası onu fark etmeden bir müşteri sanarak “kızım sana da bakacağım dur hele” diyerek sakal ve alnından dökülen yorgunluk terlerine aldırmadan işine önem veriyordu.
Yasemin babasının kendisini fark etmemesine çok üzülse de onu asıl üzen olanları pür dikkat izleyen komşusu Sakine yengesinin ‘ya diline düşerse’ korkusuydu.
Babası adeta işinin delisi olmuş kafayı kaldırıp kızını görmüyor, ya da görüyorsa o kalabalıkta
kızını fark etmiyordu, hani atalar derler ya “görmekle bakmak farklıdır”.
Yasemin birkaç kez denese de sonuç değişmiyordu. Ya babası onu tanısa da o an için müşteriyi kaçırmama pahasına oralı olmuyor, ya da gerçekten dikkatli bakmadığından kızını müşterilerden ayırt edemiyordu.
Yasemin arkadaşının işi fark etmesini istemediğinden olanların üstüne fazla durmayıp acısını içine atarak kendisini iki metre mesafeden izleyen arkadaşı Sakine’nin yanına kör pişman vararak
sanki hiç bir şey olmamış gibi “VAA YENGE, BENDE ELİN ADAMINI BABAM SANDIYDIM” derken gözlerinden süzülenleri komşusuna göstermemeye çalışıyordu.

Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum.