Esmer kara yağız delikanlı olan Halil İbrahim beş kızın tek oğlan kardeşiydi, bu yüzden ana ve babasının el üstünde tuttukları bir dediğini iki etmedikleri ‘Ocak umudu’ olarak gördükleri bir gençti.

             Halil İbrahim’in babası Daşo Mehmet sağlıklı bir kişi olmasına rağmen anası Zarife zayıf, çelimsiz, kansız, tuttuğunu taşıyamayacak kadar dermansız, bitkin ve hastalıklı bir kadındı. Zarife her defasında “Herif bu gızlar ellik, yarın bir bakan ki gapıdan bir kuş misali uçup gitmişler, ben hasdayım evin işlerine yetemiyom, gözüm göre göre seni everemem amma yaşı gücük olsa da Halibaam’i evermekden yanayım.  Şu gomşu Halid’in gızını el altından süzüyom yaşı birez gücük amma gapımıza yakışır, anası Ferdane dirsen sütten ak ve temiz, ağar göönün olursa bir aşam üsdü sennen gapılarını çalalım, bi gayfelerini içelim, gızın üstünde başgalarının gözü de var, ona göre düşün daşın dirim.”

             Halil İbrahim ile Canan nişanlandıktan bir yıl sonra sade bir düğünle evlenirler, aradan altı ay geçmeden Halil İbrahim’in askerlik kağıdı çıkar. Acemi birliği Aydın’dır. Dünya Halil İbrahim’in başına yıkılsa da yapacak bir şey yok, elden ne gelir, vatan görevi bu, bundan kaçış yok, elbette yapılacak.

             Tertipleriyle işe önce birbirini sırasıyla evlerinde ziyafet vermekle başladılar, bundan sonra Halil İbrahim hanımı Canan’la davet edildikleri yerlere gittiler, ağırlanıp ayrılacakları zaman cebine konan harçlıkları da almayı ihmal etmediler.

             Günler su gibi akıp geçmiş ayrılık vakti gelmişti, her dönem olduğu gibi askere gidecekler köyün en sonundaki Dutlu Çeşmede öğle namazından sonra bir araya geldiler. Askere gideceklerin içerisinde oğlu olsun olmasın tüm köylü oraya toplanmıştı, orada hazır bulunan imam Kur’an dan bir süre okuduktan sonra duasını yaptı.

             Orada bulunanlar askere gideceklerle vedalaşıp evlerinin yolunu tutarken gözlerinden akan yaşları birbirine göstermemeye çalışıyorlardı.

             Halil İbrahim anne, baba, kaynana, kayın babanın ellerini öptükten sonra sırasıyla orada kendisini uğurlamaya gelen yakın akrabalarıyla vedalaştı. Bunların arasında bulunan aynı sülaleden asıl adı Hüseyin ama köylülerin Üssük diye hitap ettiği emmisi de vardı. Onunla da vedalaştıktan sonra hanımıyla göz göze geldiler, ardına bakmadan yürüdüğünde arkasından onun “yolun açık olsun” diyen utangaç ve yavaştan sesiyle bir sürahi suyu döktüğünü fark etti.

             Aydın ili her zaman olduğu gibi o günde çok sıcaktı, Halil İbrahim orasının Ege Bölgesinde olup yazları sıcak ve kurak, kışları da çok nadir kar yağdığını, genelde ılık ve yağışlı bir iklime sahip olduğunu ortaokulda okurken ders icabı biliyordu.

             Elin garibi ne bilirdi Aydın’ı, tek başına nereyi gezecek neleri öğrenecekti ki, işin garibi tertiplerinden bir tek köylüsü dahi onunla aynı yere düşmemişti. Biraz sağda solda gezip dolaştıktan sonra inzibatlara yakalanır ‘yaka paça’ birliğe götürülürüm korkusuyla Köprübaşı denen önünde yazlık bahçesi bulunan bir kahvehanede masadaki sandalyeye oturup gelen garsona bir bardak çay söyledikten sonra tek tek masalarda oturanları süzmeye başladı.

             Garsonun getirdiği çayı yudumlarken bir masada dört kişiyle beraber oturan kendisine hiçte yabancı gelmeyen birisi gözüne takıldı. Bu adam ne kadarda Üssük emmisine benziyordu, “böyle bir benzerlik asla olamaz” diye iç geçirse de “Yav adam adama benzer” diye de düşünmeyi ihmal etmiyordu.

             Halil İbrahim bir çay daha söyledikten sonra köyü ve hanımını, nasıl yolcu edildiklerini tek tek düşünmeye dalsa da gözlerini bir türlü adamdan ayıramıyordu.

             Bir başka masada oturan adamında tesadüf bu ya adı Halil İbrahim’di. Askere gittiğinde Mercan adlı hasta bir kadınla evliydi. Hanımının kardeşi Eyüp o yıllarda Ankara’da manavlık yapıyordu, bir iş için köyüne geldiğinde bacısı Mercan; “Abi gulun kölen oluyum beni giderken Angara’ya götürde iyi bir doktura muayene ittir, yoosam bu dert beni öldürecek.” Bacısının bu yalvarmalarına fazla dayanamayan Eyüp kayın baba Hacı Süleyman’dan izin alarak bacısının hatırını kırmaz.

             Bacısını Ankara’da tedavi ettiren Eyüp onu şehre getirir o gün için şehirde rastladığı köylülerine teslim eder ve acil bir işi olduğundan Ankara’ya dönüş yapar. O yıllar araç olmadığı için köy ile şehir arası at, eşek türü hayvanlarla yapılıyordu. Altı eşekli adam sırasıyla yaya olarak yol alırken eşeğin birisinde de Mercan oturarak köye ulaşırlar. Kayın baba Süleyman gelinine ”Hani seni Angara’ya götüren gardaşın nerde?” Mercan; “Ağam beni köylülerime teslim idip Angara’ya geri döndü. “Peki sen kimlerinen geldin gızım?” Mercan yol arkadaşlarını sayınca Hacı Süleyman’ın içine bir kuşku düştü, bunları içlerinden kaç tanesi pek emin kişiler değildi. “Gızım gardaşın seni benden izin alıp götürdü, onun getirmesi lazımdı, hadi bobayın evine”diyerek ‘bir daha içeri almamak’ üzere hışımla gelininin yüzüne avlu kapısını kapattı.

          

             Askerden geldikten sonra olanları öğrenen Süleyman’ın Halil İbrahim’in dünya başına yıkılır, artık köy ona dar gelmektedir. Bir an evvel buralardan gitmeli ama nasıl? Tohumluk buğdayın içerisini tesadüfen karıştırırken küçük kardeşi İsmet’in tetiğini sıkmaya kıyamadığı tabancasını bulduğu gibi şehrin yolunu tutar. Yazları Aydın, kışları da Adana, Mersin gibi yerlerde yaşamını idame ettirir.

             Kahvede oturan Halil İbrahim aradan zaman geçtikçe masadaki adama pür dikkat kesilir. Az sonra adamın yanındaki üç kişi ondan müsaade alıp kalkarlar. Halil İbrahim biraz sonra adamın yakınındaki bir masaya oturarak onu daha iyi inceleme fırsatı bulur. Kendi kendisine “bu adam Üssük emmim desem buraya benden evvel nasıl gelir, gelecek olsa harçlığımı burada verirdi, dahası Üssük emmimin Aydın’da ne işi olur ki” diye bir sürü fikir yorucu düşüncelere dalar.

             Bir ara adamla göz göze geldi, artık şüphesi kalmadı, bu Üssük emmisiydi, ama göz göze geldiklerinde niye kendisini tanımadı ya da tanımamazlıktan geldi. Bu işte bir iş vardı. Daha fazla dayanamayıp selam vererek adamın masasına oturdu.” Amca sen nerelisin?”  Adam; “Hayırdır oğlum niye sordun Kırşehir’liyim.” Halil İbrahim;  “Amca bende oralıyım, hangi köyündensin?” Adam; “Niye soruyon ki evladım, bek mi merak da galdın Falan Köydenim.” Halil İbrahim’in merakı iyice artmıştı titrek bir sesle “Amca bende o köylüyüm, size kim diller, adın ne?” Adam da çok heyecanlanmıştı, karşısındaki köylünüm dediği gence sarılıp yılların özlemini onunla gidermek istese de buna biraz sabırlı olması gerekiyordu “Oğlum ben Gediğin uşağından Hacı Sülemenin oğlu Halil İbrahim’im ya sen kimsin”

             Halil İbrahim kaderin yazdığı bu tesadüfi buluşmadan çok etkilenmişti, titreyen sesiyle “Bende o sülaledenim, dedem Gara Emin, babamda Daşo Memmet” diyebildi. Gurbete yeni çıkmışla ömrü gurbette geçen iki akrabanın birbirine sarılıp ağlayarak gözyaşlarına boğulması o anda onları merakla seyredenlerin de çoğunun gözlerini nemlendirmişti.