İstek ve arzuları bir türlü bitmek bilmeyen içimizdeki kör nefis kursağımızdan midemize neler düşürmenin hayalindedir. Bunu içinizde bir bileniniz var mı acaba?
 İnsanoğlu günde üç öğün yemek yeme ihtiyacında olduğu için bunu çeşitli yiyeceklerden temin etme yoluna gitmiştir. Üretken insanlar doğanın kendisine bahşettiği meyve ve sebzelerden elde edilen çeşitli yiyecekleri hayvansal ya da bitkisel yağlarla pişirerek karnını doyurmuştur.
Bereketli yurdumuzun her köşesinde üretilen ürünler o ilin adıyla anılıp bilinmiştir. Kırşehir köyleri içinde misal olarak Özbağ yeşil fasulye ve pekmeziyle, Mucur Aydoğmuş birey ve patlıcanıyla, Cemele biberi ve patatesiyle, Kaman köyleri ceviziyle, Kürt aşiret köyleri de tereyağıyla, peyniriyle (aklıma gelenler) anılır olmuşlardır.
Yemeklerin baş tacı olan bulgur pilavının yanında kuru soğanla yemedik kaç kişiyi ya da mutfağında bunu pişirmeyen kaç ev kadınını bana sayabilirsiniz?
 Hal böyle olunca bulgura büyük bir talep olmakta, bu yüzden çiftçi de şartlar ne olursa olsun kendisini buğday ekmeye zorunlu kılmaktadır.
Bulgurun ana maddesi buğdaydır, ama ülkemizde adını saymakla bitiremediğimiz çeşidi olmasına rağmen şahman buğdayın yeri başkadır. Bu türün tane renginin kırmızı olması, bunun yanında iri ve sertliği bulgur için aranan niteliktedir. Diğer buğday tanelerinin renginin beyaz, kendisinin de yumuşak olması bundan üretilen bulgurun yemeğinde hemen dağılıp lapalaşması (şişmesi) insanları şahman buğdayından elde edilen bulgura yöneltmiştir.
Şahman buğdayın diğer buğdaylara göre az verim vermesinden mi, yoksa fabrikaların yeteri kadar almayışından mı, her nedense çiftçi beyaz buğday ekmekte, bundan dolayı da bulgur yapıp satanlar sıkıntı çekmektedir.
Yıllardır geçimlerini çiftçilik ve hayvancılıkla temin eden Karacaören köyü halkı işin bilincinde olduğundan şahman buğdayı ekmekte, toprağının da şahman buğdayına elverişli olmasından dolayı piyasanın aradığı randımanda ürün yetiştirmektedir.
Kırşehir buğday pazarına bulgurluk almaya gelenler ile buğday pazarından bulgur alacaklar özellikle bu köyün ürünlerini tercih etmekte, bulgurluk buğday ve bulgur satan kişiler de ticaret için ister istemez elindeki ürüne “Karacaören’in” diye yemin billah edip yalan söylemeyi tercih etmektedirler. Bu yüzden köy halkı işini benimsemiş ek gelir olarak bulgur yapmayı yeğlemiştir.
Yıllardır geçimini baba mesleği olan canlı hayvan alım-satımıyla (çelikçilik) temin eden Apoon Nihat, yazın bu işlerin az olmasından dolayı o yıl mahsulünü kaldırınca bulgur yapıp satmaya heves etmişti. Satabileceği kadar ayırdığı şahman buğdayı at arabasına yükleyerek hanımı ve yanına aldığı birkaç köylü kadınla yayla çeşmesine vardıktan sonra yükü boşaltıp bunları yanında getirdikleri çınar ve kuşgözü (gözer) denen kalburlarla eledi. Boşa gitmesin diye elek altına dökülen buğdayları toplayarak tekrar eledi.
Yayla çeşmesinin kornasından bilek gibi sular akıyordu. İşgüzar kadınlar çeşmenin havutunu bir güzel temizledikten sonra buğdayları üşenmeden yıkayarak bir insanın kaldırabileceği ağırlıkta şeker torbalarına doldurup işlerini bitirdikten sonra akşama yakın tekrar arabaya yükleyerek evin yolunu tuttular.
Ertesi günü sabah çok erken kalkarak babadan kalma pekmez ocağının içini önceden temin ettikleri çalı odunlarıyla doldurup yaktıktan sonra ocağın üstündeki koskoca şire leğenine kovalarla su taşıyarak doldurup ısınmasını beklemeye koyuldular.
Yıllar önce ocaklarda pekmez ya da bulgur kaynatmak için yakacağa gereksinim vardı. Dağdan kestikleri yabani ağaçları kağnılarla köye getirirlerdi. Bazen de Dalakçı, Boztepe ya da Özbağ’a köylerinin dağlarına kaçak odun kesimine giderler ya da bunun tersi o köyler birbirine giderler bu yüzden de köyler arası kavgaların ardı arkası kesilmezdi. Buna örnek olarak önceden öyküsünü mizahi bir şekilde yazdığım Dalgara Savaşlarını verebilirim.
Dışarısı öğle vaktine geldiğinde komşu kadınların da imece yardımıyla buğday kaynatma işi tamamlanmıştı. Elde edilen yumuşak buğday (hedik) bir yandan kurutulmak için önceden yere serilen çadırların üstüne taşınıp serilirken hedik yemek için komşu çocukları birbiriyle yarışa giriyordu.
Ocağın közüne gömülen patatesler ile közün üzerine döşenen domates, biber ve patlıcanlar aradan geçen zaman içerisinde pişmiş adeta yorgunluktan acıkanların imdadına Hızır gibi yetişmişti. Kadınların alt-üst ederek karıştırdığı hedik yaz gününün çokur sıcağında bir-iki gün içinde kurumuştu. Sergiye toplanan serçe kuşları da oradan payını alsalar da kuruyan hedik taneleri ayıklanmak için evin balkonuna taşınmıştı bile…
 Apoon Nihat’ın yapılan bunca işlerden dolayı gözlerinin içi gülüyordu. Bir de köyden beş-altı babayiğit genç ayarlayıp da kuruyan hediği ‘Mezerin başındaki soku taşında’ dövdürdü mü keyfine diyecek olmazdı. Bunun için de kendisinden küçük kardeşi İsmet’e iş düşüyordu.
Köy gençlerinin gündüz bağda, bahçede, harmanda çalışmalarından dolayı hedik dövme işi akşamları yapılırdı. O yıllarda köyde elektrik olmadığı için çevreyi aydınlatmada genelde lüks denen aydınlatıcıdan yararlanılırdı. Gerek önceden ayarlanan gençler, gerekse lüksün ışığını görenler ya da tokmak sesi duyanlar “Mezerin başı” denen köyün yüksekçe bir yerindeki meydanda bulunan soku taşının etrafında toplanırlardı.
Sinema ve eğlence yeri olmayan köylük yerde gençler boş zamanlarında gündüz aşık, geceleri ay gördüm oynadıkları bu meydanda bulgur zamanı da soku döverek vaktin nasıl geçtiğini bilmezlerdi.
Gençlerin ahenk içerisinde belirli bir ritimle el, kol, bel ve ayak hareketleri ile tokmakla soku taşına vurduklarında “zonk-zonk” diye çıkardıkları sesleri, lüksün ışığındaki gölgeye düşen hareketleri görülmeye ve duyulmaya değerdi. Gençler sokuya tokmak sallarken bir başkası da sokuya “buğday tanelerinin kepeği ayırt olsun” diye durmadan su dökerdi. Bu arada evin kadını da boş durmaz yemek hazırlama telaşına girerdi. Eğer imkanı var ise pişirdiği bulgur pilavının yanına horoz kesip pişirmeyi ihmal etmez, yoksa elde olanıyla gençlerin karnını doyururdu.
Böylelikle soku işini de halleden, ertesi günü de yine erkencecik uykudan kalkarak yorgunluk atan Apoon Nihat bir sigara yaktıktan sonra hanımına “Ben az sokağa çıkıyorum. Siz dövülenleri serin de kurusun” dedi.
Aslında onun sokağa çıkıp gezmeyi bahane etmesi işin cilvesiydi. Onun asıl derdi MaacirOmar’ın evine gidip bulgur çekme sırası almaktı.
Kuruyan hedik çok önceleri “bulgur taşı” denen ortası büyükçe delik, çevirme kolu olan grimsi tırtıllı yuvarlak bir taşın aynı ebatta altta kalan bir taşın üstünde döndürülürken bir yandan da üstteki taşın orta yerindeki boşluğuna hedik taneleri konurdu. İki taşın arasında ezilen taneler bulgur olarak çıkardı.
Bunun çok meşakkatli ve yorucu bir iş olduğunu fark eden ve kafası zanaat işine zehir gibi çalışan MaacirOmar, köye seyyar bulgur çekme makinesi getirmekte gecikmez oğlu Şahin ve Murat’ın da yardımıyla bu işten iyi de para kazanır.
Aradan bir müddet sonra köyde un değirmeni çalıştıran Kara Sali’nin oğlu Mustafa işyerine ek olarak daha randımanlı çalışan bulgur çekme makinesi kurmak suretiyle köylüsünü sıkıntılardan kurtarmış olur.
Bir hafta sonra MaacirOmar’ın oğlu Şahin, kuruyan dövülmüş hediği çekip gittikten sonra kadınlar çıkan ürünü rüzgarlı bir havada kepeği gitsin diye savurduktan sonra bir daha ayıkladılar. Bir gün sonra Apoon Nihat ayıklanmış ürünü ağır ağır elerken kalburda kalan ‘bulgur’, kalbur altına dökülenler ‘düğ’ olarak ayırt olmuştu. Artık bulguru pazara götürüp satmanın zamanı gelmişti.
Kaman’ın Başköy köyünde bakkalcılık yapan Selahattin, bakkaliye ihtiyaçlarını (matak) genelde Ankara’dan temin eder oraya gidemediği zaman ise Kırşehir’deki toptancılardan alırdı. Şehre geldiğinde Saat Kulesi karşısında kazaklık ip satan asker arkadaşı Karacaörenli Hasan’ın yanına uğrar bir iki hasbi hal ederlerdi.
Selahattin Ağa iki evliydi. Hanımlarından birisi “Hazır Kırşehir’e gitmişken biraz Karacaören bulguru getirsen de dükkanda satalım” diye salık vermişti.
Selahattin durumu Hasan’a anlatınca o da kendisine “Şimdi pazarda herkes sana ben Karacaörenliyim der, uyanık ol, aman sakın kanma” deyip az düşündükten sonra akrabası olan Nihat aklına gelir. Nihat’tan bulgur almasını salık verirken onun aslını, neslini, lakabını ve boyunun uzunluğuna kadar her şeyini tarif ederken bir ikaz daha yapar.
“Ben Karacaörenliyim, adım Nihat diyen olursa kanma, kimin Nihat’sın diye sor. Nihat’tan bol ne var! Adam eğer ben Apoon Nihat’ım derse onun bulgurunu al…”
O gün pazar çok kalabalıktır. Pazara torbalar dolusu köylüler bulgur getirmiştir. Selahattin pazarda bir o yanı, bir bu yanı gezerken kime sorsa Hasan’ın dediği gibi “Ben Karacaörenliyim, adım Nihat” cevabını alıyorsa da kimse ben Apoon Nihat’ım diyemiyordu.
Selahattin pazarı alt-üst gezerken önünde bulgur torbaları bulunan bir adamın Hasan’ın tarifine uyan bir kişiye benzediğini fark eder. Adam bir yandan sigarasından çekiştirirken bir yandan da müşterilerle ilgilenmektedir.
Selahattin adamın başının biraz boşaldığını fırsat bilerek yanına yaklaşıp selam verdikten sonra daha nereli olduğunu, bulguru kaça sattığını sormadan adam onun alıcı olduğunu hemen anlamıştı.
“Hemşerim benim bulgurum nasıl olsa satılır, sen iyisi mi şu yolun kenarında oturan kadının yanına git, zavallı kadın hem fakir, hem asker anasıymış sen bulguru ondan al hem hayır işlemiş olursun” dedi.
Aslında karşıda bulgur satan kadın “Uyanık tüccar” geçinen adamın karısı olduğu gibi üstelik Karacaörenli değillerdi. Duyduklarına hüzünlenen Selahattin ağa fiyat falan sormadan kadının bulgurunu tam alacaktı ki birden karşıdan gelen o uzun boylu, yıllarca kendisine inek, dana sattığı Karacaörenliyi görünce tanıdı. Bu Nihat’tan başkası değildi.
 O an kendisini kandırmaya çalışan adamın yüzüne gözüne tükürmeyi akıl ettiyse de buna terbiyesi müsaade etmedi.
 Hoş beşten sonra “Yahu Nihat Ağa, kusura kalma sana kimin Nihat derlerdi” diye sordu.
 “Apoon Nihat, Apoooon Nihat, adımı iyi belle de unutma emi.”