Adana’dan Kırşehir’e gelmek için bindiği otobüsle birkaç yerde mola verdikten saatler sonra Kayseri’ye gelebilmişti. Yıllar evvel beklide bir yaşındayken başkalarının kucağında Kırşehir’den Adana’ya katettiği bu yoldan şimdi” başına örülen bir çoraptan “dolayı yirmi altı yaşında kendi başına tekrar Kırşehir’e dönüyordu.

Adana’dan Kırşehir’e gelmek için bindiği otobüsle birkaç yerde mola verdikten saatler sonra Kayseri’ye gelebilmişti. Yıllar evvel beklide bir yaşındayken başkalarının kucağında Kırşehir’den Adana’ya katettiği bu yoldan şimdi” başına örülen bir çoraptan “dolayı yirmi altı yaşında kendi başına tekrar Kırşehir’e dönüyordu.
Askerliğini yapıp geldikten iki-üç yıl sonra kapısına gelen bir polisin “asker kaçağısın” deyişine kadar iki nüfus kağıdıyla yaşadığının bilincinde değildi.
Şakir’i babası henüz on üç-on dört yaşında iken “gelin hanımım Nüreye ev işlerinde yardım etsin” diye çok erken evermişti. Gelin çocuk, oğlan çocuk; derken bir yıl sonra da bunlardan olunca bir çocuk; evde oldu üç çocuk…
Neşet ağa torununu çok seviyordu, adını babasının adı olan Nuri koyduğunda hanımı Nürey buna “illa benim babamın adı olacak“ diye itiraz etse de nafileydi.
Şadiye gelin ev işlerinde kaynanasına yardım ederken bıyıkları henüz terleyen Şakir de babasına dükkânda yardım ediyordu.
Gelin henüz çocuk yaşta olduğundan işleri kaynanasının buyurduğu şekilde yapamıyor, bu yüzden de aralarında bazen huzursuzluklar oluyordu. Zamanla buna fazla dayanamayan Şadiye kucağındaki çocukla birkaç kez baba evine küs gittiyse de aracıların araya girmesiyle tekrar ikna edilip getiriliyordu.
Bir gün Şadiye kaza ile bir kova sütü devirince kaynanasından hem azar, hem de birkaç kötek yedi.
Bu durum bardağı taşıran son damla olmuştu. Artık daha fazla katlanamazdı, kucağındaki altı aylık çocukla baba evinin yolunu tuttu.
Şadiye’nin babası Çelebi usta çok fakir birisiydi, inşaat ustalığıyla ailesini zar-zor geçindiriyordu. Çocuğu kabullenmedi, bir yakını ile Nuri’yi dedesi Şakir’e gönderdi. Çocuğu iki aile de kabul etmiyor, gel-gitler arasında çocuğun nazik bedeni yara bere içinde kalıyordu.
Çelebi’nin ev komşusu Sultan’la Celal evleneli kaç yıl geçmesine rağmen bir türlü çocukları olmuyordu. Gitmedikleri doktor kalmamış, mahallelerde “ebeyim” diye geçinen kadınlardan dahi medet umar olmuşlardı.
Celal dokumacı Ziya’nın yanında çalışıyor ama doğru-dürüst maaş alamıyor bu yüzden de boş zamanlarında amelelik yapıyordu. Çelebi’nin torununun düştüğü durumu zamanla duymuşlardı, araya adam koyarak çocuğu evlatlık almada zorlanmadılar. Adını dahi sorup öğrenmedikleri çocuğa Celal’in babasının adı olan Osman’ı koydular.
Günün birinde sonradan Adana’ya göç eden bir akrabaları evlerine misafir oldu. Adam ailenin fakir oluşundan çok etkilenmişti. Onları Adana’ya göç etmeyi akıl etti. Gece yarılarına kadar “şöyle olursa bu, böyle olursa şu” diye tartışarak bir karara vardılar.
Celal Adana Sümerbank’ta işe başlayalı neredeyse bir yıl olmuştu. Küçük saat civarında bir evde oturuyorlardı. Celal işine gittiğinde Sultan da ev işlerinden artan zamanını Osman’a ayırıyordu. karı-koca onu bir evlat gibi değil de sanki kendi bedenlerinden olmuş gibi “gözünü budaktan esirgemeyi” ihmal etmiyorlar, oyuncakların en iyisini, giysilerin en kalitelisini alıyorlardı. Sanki evlatsız geçen günlerin ahını çıkarıyorlar, adeta mutluluktan uçuyorlardı.
Geçen zaman içerisinde Osman’ın öz babası Şakir askere gitmeden önce tekrar evlenmiş, askerden geldiğinde de annesinin kucağında oynayan iki çocuk bulmuştu. Çocukların okul vakti gelmişti. Onlara nüfus cüzdanı çıkartırken yıllar önceki oğlu Nuriyi de unutmamıştı.
Babasının işte çalışması, annesinin de “ev sahibi olacağız“ diye gündeliğe, temizliğe gitmesinden dolayı Osman’la pek ilgilenilmemiş, bu yüzden çocuk ilkokulu zar-zor bitirmiş, babası Celal de onu evlerinin yakınındaki bir ayakkabı tamircisine çırak olarak vermişti.
Yıllar ne çabuk geçiyordu. Osman büyümüş, serpilmiş zamanla akranları gibi askere çağrılmıştı. Acemi eğitiminden sonra Kars Sarıkamış’ta askerliğini tamamlayıp teskeresini alarak Adana’ya dönüp tekrar çalıştığı tamircinin yanında usta olarak işe başlamıştı. Bir müddet sonra ustası ona; “oğlum ben artık yaşlandım, burayı sana devredeceğim“ dediğinde adeta gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
İş güç sahibi olan Osman’a babası Celal; “Osman; oğlum artık evlenme çağın geldi geçiyor, bir an önce seni everip yuvanı kuralım, artık annenle biz torun sevmek istiyoruz“ dedi. Osman evlenmiş bir de çocuğu olmuştu. Bütün aile artık sahibi oldukları evde bir arada gül gibi geçinip oturuyolardı.
Osman “muhannete muhtaç olmayalım“ diye işine adeta dört elle sarılıyor, gece yarılarına kadar çekiç sallayıp sökük dikiyordu.
O gün çok yorgun olmasına rağmen işlerinin çokluğundan dolayı yine de dükkânını erken açmayı ihmal etmemişti. İşine öyle dalmıştı ki duyduğu bir selam sesiyle başını kaldırdığında karşısında duran polis memurunu gördü. Adamın eline baktı, kağıt tomarından başka adamın elinde bir şey yoktu. pek öyle ayakkabı tamir ettirecek te birine benzemiyordu.
Hafif şaşkınlıkla “buyurun memur bey “ diyebildi.
Memur elindeki evrağı göstererek “Osman Gerçek sen misin?” diye sordu.
Osman’ın şaşkınlığı daha da arttı “buyurun benim“ derken sesi titriyordu. Polis elindeki kağıtlara bakarak “Peki Nuri Sapar’ı tanır mısın?” dedi.
Osman’ın elleri terlemiş, yüzü kızarmıştı, “ben ne bilirim elin adamını, burada böyle birisi yok“ derken, bedenini bir korku sarmıştı.
Polis; “Osman peki sen askerliğini yaptın mı?” diye sordu.
Osman “tabi ki yaptım, hem de Kars Sarıkamış’ta”..
Şimdi şaşırma sırası polisteydi. ”Vallahi bendeki tutanaklara göre sen askerliği Osman Gerçek olarak yapmışsın. Fakat senin adına Kırşehir’de Nuri Sapar adıyla bir kayıt daha gözüküyor. O kişi yani sen;asker kaçağı olarak aranıyorsun“ dedi.
Meğer Nuri’nin Kırşehir’deki kayıtlarına göre on sekiz yaşına bastığında askerlik yoklaması çıkmış, şubeye gitmeyince yoklama kaçağı olmuş, askerlik vakti gelip gitmeyince de asker kaçağı olarak aranmıştı.
Baba adresi tespit edildiğinde de öz babası Şakir; Nuri’nin evlatlık verildiğini, onların da Adana’ya göç ettiğini, adresini bilmediğini ifade edince Kırşehir-Adana polisi uzun araştırmalar sonucu gerçeğe ulaşmıştı.
Osman görevli polisçe önce askerlik şubesine, sonra polis karakoluna daha sonra da nöbetçi hakim karşısına çıkartıldı. Hakimin eline verdiği bir dosyayla gerçeğin ortaya çıkması için Osman’ın Kırşehir’e gönderilmesine karar verildi.
Kayseri-Kırşehir arası yolcu taşımacılık yapan Necati Çavuşoğlu’na ait otobüse binip Kırşehir’e geldiğinde vakit öğleye yaklaşıyordu. Osman’ın karnı çok acıkmış adeta açlıktan zil çalıyordu. Açlıktan puruşan gözlerine kapısında içleri su dolu sıra sıra dizilmiş boz ve kırmızı testiler ile çanaklara dikilip etrafına mis gibi kokular saçan rengarenk çeşitleriyle adeta insanı büyüleyen bir lokanta ilişti.
Kapıdan içeriye girdiğinde loş bir ışıkla aydınlatılmış, dışarısında olduğu gibi içerisinin de çiçeklerle donatılmış olduğunu fark etti. Gözlerini üfeledikten sonra mutfak bölümüne yöneldi. İçerdeki yemek kokuları birbirine karışmış, ocaktaki ısınan yemeklerin çıkardığı buhardan çeşitleri ve başındaki aşçıyı görmede zorlansa da az sonra gözleri ortama alıştı.
Ocakta uzun boylu, başında beyaz aşçı kepi, bunu tamamlayan beyaz önlüğü ile babayiğit, palabıyıklı elindeki çömçesiyle yemekleri karıştırmakla meşgul olan aşçıya parmağıyla göstererek “USTA; BANA BİR PORSİYON ÇÜRÜK! ÇEKSENE” dedikten sonra masasına oturdu.
Çok yorgundu. Uzun süre beklemesine rağmen masasına siparişi bir türlü gelmiyor, bunun aksine diğer masalara garsonlar servis yetiştirme de zorlanıyorlardı. Buna bir anlam veremiyor, kendi-kendine “herhalde beni sıraya koydular, sıram gelince çorbam gelir” diye yorum yapıyordu.
Açlıktan burnunun direği sızlıyordu, garsonu yanına çağırıp “kardeş benim çürük siparişim ne oldu” diye sorunca garson doğru aşçının yanına varıp ona kendisini göstererek bir şeyler söyledi.
Osman ara-sıra aşçıya bakıyor, aşçının da ona baktığında “az sonra gelip elindeki kepçeyi kafasına vuracakmış gibi bir davranış içinde olduğunu” görüyordu.
Biraz sonra servisi sakinleşen aşçı hışımla masasına geldi, ”ulan sen nerelisin?” diye çıkıştı. Osman aşçıdan çekinmişti, titrek bir sesle “ustam Kırşehirliyim” dedi.
Aşçı “seni bura da hiç görmedim, daha tadına bakmadan sen benim paça çorbama nasıl ‘ÇÜRÜK‘ dersin, ayıp değil mi?” diyerek sert konuştu.
Osman şimdi daha çok korkuyordu,yarı anlaşılır bir ifadeyle adını sonradan öğrendiği aşçı Topçu ustaya utana sıkıla “usta ben Adana’da yaşıyorum, oralarda çorbanın dil ve ayaktan pişirilmeyip etlerin döküntüsünden pişirilenine ‘ÇÜRÜK’ denir, ben ne bilirim burada ona paça denildiğini….”
Şaşırma sırası şimdi Topçu Ustadaydı. Karşısındaki gençten utandığından yere bakarak “bu yaşa geldim, onca yıl aşçılık yaptım paçaya çürük denildiğini ilk defa senden duydum, oğlum, çok özür dilerim” derken Osman’dan para almamanın hesaplarını yapıyordu.