Tüm canlılar gibi insanlar da doğanın kanununa uyup doğar, büyür ve en sonunda da ölürler.
Yaşamları boyunca kimi kişiler varlıklı ya da bunun tersi fakir olarak “hayatın zorlukları” ile mücadele verirler.
Şuanda ne durumda isek bu bizlere tapulu değildir. Atalar “gün ola hayır ola, sabaha ne olacağı belli mi olur. Bir bakarsın nereden nasıl gelmiş bilinmez, ya malından ya canından olursun…” demişler.
Dünya malı dünyalıktır. “Mal sahibi mülk sahibi hani nerde bunun ilk sahibi(?)…” diyenlerde zamanla ölüp yok olmuştur.
İyi gününle övünme, kötü gününe yerinme, “Allah kösengiyi dibine kadar yakacak değil ya çıkmadık candan ümit kesilmez…”
Ramazan tuttuğunu un eden, iri-kıyım, uzun boylu, babayiğit bir gençti. Babası onu askere gitmeden önce evermişti. Köylük yerde yaptıkları çiftlik ve hayvancılık karın doyurmuyordu. İşin farkında olan Ramazan babasının karşı çıkmasına rağmen aklına uyduğu birkaç arkadaşının peşine düşüp çoban durmak için Konya’nun yolunu tutar.
Konya’nın Çumra ilçesinin bir köyün de bir ağanın koyunlarını gütmek için önce çeltek, (yardımcı çoban) sonra da aradan geçen süre içerisinde ‘baş çoban’ olarak elde deynek dağ bayır dolaşır.
Ramazan aslında bu işleri yapacak birisi olmadığının kendisi de farkında ama elinden bir şey gelmediğinden mecburen çobanlığa katlanır.
Konya’dan iki yıl içerisinde biriktirdiği üç-beş lirayla köyüne döner. “Hazıra dağ dayanmaz”ın farkında olduğundan bu parayla ne işler çevrilir(?) köyde kimler ne iş yapar (?) bunları tek tek araştırır.
Gerek büyükbaş, gerekse küçükbaş hayvandan iyi anladığından dolayı bunların alım ve satımını (çelikçilik) yapmaya karar verir.
Bazen yalnız olarak, bazen da yanına ortakçı alarak işini ilerletir. Yıllar sonra gerek ticari dürüstlüğü, gerekse borcuna olan sadıklığıyla “Tosunburunlu Ramazan” diye adından söz ettirmeye başlar.
Hatta namı öyle duyulur ki diğer meslektaşları gittiği köylerde onun akrabası olduğunu beyan ederek “ticari kredi” elde etmenin kolaylığına tenezzül ederler.
Ramazan yorgun-argın alış-verişten köyüne döndüğünde yatak, yastık adeta ona diken olup batmakta, “köydeki tarla-tapan ilerde kimi doyuracak (?) çocukların sonu ne olacak (?)” diye yatakta bir beri bir öte dönmekte, bazen diri sabahı uykusuz getirmektedir.
Ramazan “beden gücü ile değil akıl gücüyle iş gören, para kazanan” bir yapıya sahiptir.
Bin bir zahmetle köy köy toparlayıp şehirdeki hayvan pazarında ya da kasaba sattığı havanların parasını bazen alamamakta bu yüzden de sıkıntı çekmektedir. Günlerdir yastığa kafasını koyduğunda aklında yer eden bir kasap dükkanı açma hevesi onun beynini tırmalamakta, “şehre göçersem hem alım-satıma orda devam ederim, hem de kasap dükkanını çalıştırırım” diye hayaller kurmaktadır.
Bu vesile ile oğulları Mustafa, Muhittin ve Erdem’i de okutarak hayatlarını kurtarmak hevesindedir.
Bir Pazar günü Kırşehir hayvan pazarına erkencecik gelmiş, eldeki hayvanları da kısa bir pazarlık sonucunda bir adama ‘azına-çoğuna’ bakmadan satmıştı. Köyüne dönerken yolu Aşıkpaşa Mahallesi’nden geçtiği için orada derici Hacı Ömer’in ‘kiralıktır, yazan evi gözüne ilişir.
Atmışlı yılların ortalarıydı göçü şehre getirdiğinde, ev oturulacak gibi değilse de olsun, şimdilik onlara yeterdi. Nasıl olsa ilerde daha iyisine taşınırlar veya olmazsa biraz sıkışıp bir ev satın alabilirdi.
Ramazan eskisi gibi yine hayvan alım-satımına devam ediyordu. Bunun yanında bir arkadaşının tavsiyesine uyarak fabrikalardan toptan küspe, kepek alıp besicilik yapanlara satarak geçimlerine katkı da bulunuyordu.
Bu arada büyük oğlu Mustafa’yı koltuk, imalatı yapan bir esnafın yanına çırak olarak vermiş, oğlu Muhittin kale ortaokulunda eğitime başlarken diğer oğlu Erdem’inde ilkokula kaydını yaptırmıştı. Ramazan bir yandan alım-satımla uğraşırken bir yandan da kasap açmak için boş dükkan arama telaşındaydı.
Mahalleye yeni taşındıkları için daha kimseleri tanımıyorlardı. Hanımı evde ev işleriyle uğraşırken kendisi de boş zamanlarında kapıya çıkıyor nerde iki adam görürse selam verip onlarla şurdan-burdan konuşma bahanesiyle tanışıyor, zamanla hoşuna giden birisi olursa ahbap oluyordu. Akşamları da arada sırada “hoş geldine” evlerine komşulardan misafir geldiği oluyordu. Bir akşam evde otururlarken kapıları döğülmüştü. Gelenler evlerinin az ilerisinde oturan hafif kırmızı benizli, orta boylu, zayıf bir adam ile hanımıydı. Hoş beşten sonra sağdan soldan konuşmaya başladılar. Ramazan babasının yanında “ayıp olur diye” konuşmayı değil, susmayı tercih ediyordu. Misafirle daha çok babası hasbihal ediyor, ancak kendisine bir soru sorulursa o zaman cevap veriyordu.
Gelen misafir ne için şehre göçtüklerinden, ne iş yaptıklarına kadar her şeyi sorarak yeni komşuları hakkında bilgiler edinmeye çalışırken bir yandan da “aman şu komşu şöyle, bu komşu böyle” diye de aklı sıra onları ikaz ediyordu.
Vakit bayağı ilerlemişti. Adam kalkmak için hanımına işaret ettiğinde o zamana kadar suskun suskun konuşulanları dinleyen Ramazan birden babasının orda oturduğunu unutarak “komşu siz ne iş tutar, ne ile geçinirsiniz (?)” diye sorduğunda babasıyla göz göze gelip utandı. Bir kusur etmişcesine başını yere eğdi. Belki bu soruyu babası adama soracaktı. Yaptığından utandı, kızardı…
Adam ortamın sessizliğini “PİYASADA ÜÇ DÖRT ARABAM ÇALIŞIR” diyerek bozduktan sonra “iyi geceler, siz de bize gelin komşular, bekleriz…” Biraz yutkunduktan sonra “Bak şunu demeyi unuttum, sekiz-on ton kadarda hurda teneke sahibiyim!” deyip yürüdü…
Adam gittikten sonra evde büyük bir şaşkınlık havası hakim oldu. Bu nasıl bir işti. Adam “piyasada üç-dört arabam çalışır” diyordu. Ama giyimleri kuşamları hiç de öyle göstermiyordu. Demek ki onlar görmüş geçirmiş, zenginliğin bir emanet olduğunu bilen kişilerdi. Başkaları gibi zenginlikleriyle öğünmüyorlar, ona göre yaşam tarzı çizmiyordu. Bu ne vakardı!...
Demek ki “kaplumbağanın toprağı biter” diye az az yemesinde ‘bir keramet’ vardı!..
Ramazan ve ailesi kendi aralarında bu konuyu enine boyuna uzun uzun tartıştılar. Yaşamlarını bu komşu ailenin davranışlarına göre ayarlamaya karar verdiler.
Ramazan günün birin de bir yakınından …. adlı kasap dükkanının ‘devren satıldığını’ öğrenir. Pazarlık yapmaya giderken yolu çarşı camisinin önünden geçer. Tesadüf bu ya orada birkaç gün önce evlerine misafir gelen karı-kocayı bir iki adet dört tekerlekli itme arabayla müşteri beklerken görür ve şok olur.
Adam evlerinde “piyasada üç-dört arabamız çalışır” dediğinde meğer bu arabaları kastetmiş de onlar “kendisine arabamız nedir (?)” diye sormamışlar haliyle bunları kamyon zannederek komşularının zengin aile olduğu kanısına varmışlardı.
Ramazan onlara selam verip “hayırlı işler” diyerek oradan ayrılırken ‘hiçbir şeyin farkına varmamış gibi davranarak yoluna devam etti… Durumu yanlış anlamanın üstünde durmaya pek değmezdi. Nasıl olsa herkesin bir şekilde karnı doyuyordu ya…