“Hayat, sonsuzluk içinde küçük bir parantezdir.” [Jackson Brown]

Hayatın olağan akışı, Sabahattin Kudret Aksal’ın “Saatin on biri çalmasından sonraydı / Gördüm ev halkının dağıldığını birer birer” dizeleri ile başlayan “Aile” isimli şiirinde olduğu gibi sade bir şekilde ilerlemiyor; dün de öyleydi, bugün de öyle. Hayatın günlük keşmekeşi ve gailesi içinde o kadar boğuluyoruz ki o şiirdeki mütevazı hayatı anlayamadığımız için hayatlarımız bayağılaşıyor, ruhsuz, soğuk bir şekilde maddeci bir düzenekte devam ediyor. Ancak yaşadığımız hayat; yeşeren otların olduğu, cıvıl cıvıl kuşların öttüğü, toprağın kokusunu hissettiğimiz bir bahçe değil, çorak bir tarladan ibaretmiş. Orada hepimiz birey olarak farklı özelliklere sahip olduğumuz halde, aynı hayatları yaşadık, aynı biçimde de öldük. Aynı failin kurbanı olduk hepimiz.

Bir kerpiç evimiz olsaydı, yıkılan iki göz odamız, onarırdık belki imece usulü ile. Ancak mutlu olduğumuzu sandığımız, insanın yalnızca bir sayıdan ibaret olduğu makineleşmiş, şimdiki ‘Modern Zamanlar’da, kaybettiğimiz çok şey var. 

Acı, hep aynı kalmaz, bir gün güleriz belki ancak kahkahalarımız olmaz. Yıllar geçer, bin yıllardır olduğu gibi, binalar da yıkılır, medeniyetler gelir geçer, taş üstünde taş bile kalmaz geride, ancak şiirler ve ağıtlar kalır belki, bir de insanın çaresizliği...

**

“M.S. 580 senesinde Antakya şehri şarkın ticaret ve sanat merkezi halini almıştı. Nüfusu beş yüz bini buluyordu; muhteşem binalar, mabedler, tiyatrolar, hipodromlar vardı. O yıl dehşetli bir zelzele oldu; o güzel ve zevk kaynağı şehrin büyük bir kısmı taş yığını haline geldi, ölenlerin sayısı iki yüz bini buldu.” (Ansiklopedik bir bilgi)

*

Bu haftaki Saklı Kalan Şiirler köşemizde, 1939 Erzincan Depreminden sonra Yusuf Ziya Ortaç’ın yazmış olduğu bir şiiri yayınlıyorum:

UNUTMA!

Görüyorum; şehirler birer toprak yığını!

Duyuyorum; ölümün buz tutan çığlığını!

Babalar karanlıkta evlâdını arıyor,

Analar yavrusunu saçlarına sarıyor!

Üç oğlu üç cephede şehit olmuş bir nine

Kapanmış can çekişen kızının üzerine!

Son nefesi donarken dudağının ucunda,

Eritip kar suyunu veriyor avucunda!

Ne ot kalmış, ne ocak.. Ne bir ekmek, ne bir su..

Geliyor yer altının kudurmuş homurtusu!

Gözlerde, gökyüzüne dalıp kalmış bir bakış..

Sarıyor çöken köyü beyaz bir kefene kış!

Evimin çatısından uçuverdi sanki dam!

Sanki bir kar kuyusu şimdi sıcacık odam!

Erzincan dağlarında benim titriyen hasta..

Benim.. Sensin.. Hepimiz.. On sekiz milyon yasta!

Çöken: Vatan evinin bir yanı, bir bucağı!

Sönen: Türk köylüsünün, hepimizin ocağı!

Mezar taşından farkı kalmamış hiçbir taşın,

Çırılçıplak titreşen binlerce vatandaşın

Çatısı: Buz tutan gök, evi: Rüzgârlı gece!

Yatağı: Karlı toprak, yorganı karlı gece!..

Senden imdat umuyor, senden, o karlı dağlar!

Ona, sen acımazsan kim acır! Kimler ağlar?

Bari son ümidinin çökmesin temelleri,

Şefkatin koşup sıksın o buz tutan elleri!

Bir harabe üstünde hepsi hasta, hepsi aç,

Yeni doğmuş bir çocuk gibi her şeye muhtaç!

Ne versen, ne yollasan kurtaracak bir canı,

Unutma can çekişen zavallı Erzincan’ı!