Kırşehir’de yaşanmış nice hikâyeleri siz değerli okurlarımla paylaştım. Benim yazılarım Kırşehir’de yaşanan ve yıllardan dilden dile dolaşan, adeta destanlaşan bu hikâyeleri günümüz gençlerine aktararak onların kültürlerini unutmamalarına vesile olmak.

Kırşehir’de yaşanmış nice hikâyeleri siz değerli okurlarımla paylaştım.

Benim yazılarım Kırşehir’de yaşanan ve yıllardan dilden dile dolaşan, adeta destanlaşan bu hikâyeleri günümüz gençlerine aktararak onların kültürlerini unutmamalarına vesile olmak.

Yoksa ben ne siyasetçiyim, ne de siyasetçilerle işim olur. Güncel konuları da zaman zaman yazarım ama benim işim öykü…

Bugün yine böyle bir öyküyle yazımıza devam edelim.

Öykünün yaşandığı o yıllarda şimdi hozan kalan, ya da daire karşılığı inşaata verilen bu bağlar tarlalardan sonra ailenin neredeyse geçimini temin edecek kadar gelir kaynağı idi.

Bağ sahipleri üzümün bir kısmını kuruturken bir o kadarını da hevenk yapıp arıstağa asarlardı. Yakılan tandırlarda pekmez ve ekşili kaynatılır kış katığı temin edilirdi. Pekmezden köftür, pelte, haside, unlu helva gibi besinler maharetli hanımların ellerinde yapılır iştahla yenilirdi. Üzümlerin fazlası şaraphaneye satılırken pekmezin fazlası da hemen alıcı bulur, aileye ek gelir kaynağı olurdu.

Bağ ve bağcılık çok önemli olduğu için Nevşehir’de sahipleri “benden sonrakiler bağı satmasın” diye ölünce bağa gömülmeyi vasiyet ederlerdi.

Harman ortaya gelipte düvenle sürülmeye başladığında bağlara alaca düşmüş, evin kızları da bağ beklemeye başlamıştı bile. Aradan on gün kadar geçtikten sonra yavaş yavaş olgunlaşan üzümler

kızların başların da taşıdıkları kalburlarla evde katık olmaya yol alıyorlardı.

Etem’in harmandan kalktığı günlerde de artık bağ bozumu yaklaşmıştı. Boş olduğu günün birinde yanına aldığı köpeği (ZOR ZOR) ile hem üzerinde biriken hasat yorgunluğunu atmak, hem de bağları şöyle bir gezmek bahanesiyle evden ayrıldı. Kaya bağlarından başladığı geziye yayla bağlarını gezerek kum bağlarına ulaştı.

Nuhunun, emmioğlu Püskülü’nün ve Çolak Abbasın bağına hayran kaldı.

Kendi bağı da onlardan aşağı kalmazdı. Ama ne de olsa onlardaki üzüm çeşitleri fazlaydı.

Akşama doğru köye döndüğünde biraz yol yorgunu olsa da bağlardaki bereket onu bayağı sevindirmişti.

Pekmez kaynatmak için her haceti mevcutken bir türlü gözü kör olası şıra leğenini alamamış yıllardır komşudan ödünç istemenin ezikliğini yaşamıştı.

Birkaç gün sonra yolu şehre düşmüştü. Çarşı Pazar gezdikten sonra usulen şaraphaneye uğrayıp üzüm alıp-almadıklarını, alıyorsa kaça aldıklarını öğrenmek istediyse de öğle yemek tatiline dek geldiği için fikir alacak kimse bulamadı.

Şaraphane açılıncaya kadar hem gezeyim, hem de leğen kaça satılır öğreneyim diye ağırdan ağıra uzun çarşının yolunu tuttu. Birkaç şire leğeni satan dükkanda müşteri olsa da “evdeki hesabın çarşıya uymuyor, aklının erdiğine cebin el vermiyor, desene bu yılda muhanetin eline kaldın Etem” diye kendi kendine kızıyordu.

Başka başka dükkanları gezse de durum değişmiyordu. “Şöyle meyve-sebze pazarına bari gidip de gezeyim diye dükkandan yola çıkmasıyla sırtında şire leğeni yüklü birini görmesiyle kendisine doğru gelen adamı olduğu yerde beklemeye başladı.

Köylünün sırtına sardığı leğen kalaydan yeni çıkmış gibi “cığıl cığıl” yanarken bakanın adeta gözlerini kamaştırıyordu.

Etem’e yaklaşan adam sırtına yüklediği leğeni iki eliyle tutarken kafasındaki şapkası da başını leğenin sertliğinden koruyordu. Koca leğenin içine giren adamın sadece kendisini ve leğeni taşıyan iki ayağı dışarıda kalmış kan-ter içerisinde adeta harpten yeni çıkmış gibiydi.

Adam tam Etem’in yanından geçiyordu ki onun “nasılsın hemşerim, yükün ağır mı, az uçuk seni yolundan edecaam amma kusura bakmayacaaan ha” diyen sesiyle iki büklüm olan belini biraz

doğrulttu. Yorgunluktan alnından dökülen terler gözlerini acıştırıyor, görmesini engelliyordu.

-Buyur hemşerim, ne diyecaasen de bakalım…

Etem işi mahsus ağır alıyor lafı geveliyordu.

-Hemşerim ben de böyle bir şire leğeni alacağım da…

Adam Etem’in ağır almasına bir anlam veremezken aradan geçen her saniye yükün altında beli biraz daha bükülüyordu.

-Bana ne senin leğeninden gardaşım ne diyecaasen di de ben hemen yoluma gidecaam.

-O halde soruyom. Leğeni kaça aldın hemşerim?

Adam kafayı bir o yana bir bu yana çevirirken koca leğende onunla sağ sola dönüyordu.

Ben leğeni satın almadım gardaşım, galeyci de galeyleddim, köyüme dönüyom, bana köyün kamyonunu kaçırtma, beni yolumdan koma…

Adam yürümek için ayağını tam kaldırdı ki, Etem’in “hemşerim madem şimdi almadın, diyelim ki iki yıl önce aldın, aldıysan kaça aldın, hangi dükkandan aldın ne olur bana göster, yardımcı ol” diyen yalancıktan yalvarırcasına sorularıyla tekrar yürümekten vazgeçti. Adamın artık yükten ve sinirden eli ayağı tutmaz olmuştu. Kime ne kötülüğü olmuştu da Allah bu deliyi başına bela etmişti, ondan bir türlü kurtulup yoluna devam edemiyor, yükün altında büküldükçe bükülüyordu.

Aldığıma çok oldu, şu arkamda kalan dükkanlardan birinden almıştım, dönebilsem sana gösteririm amma !…

Adam öfkeden kendini kaybetmiş (zıvanadan çıkmış) ne yapacağını şaşırmıştı. Bu deliden nasıl kurtulacaktı.

Sorgu melağamisin gardaşım, alıp satmasaydım da sana rastlamaz olsaydım. Tövbe estağfurullah!…

-Adam lafını bitirmeden iki dizi üstüne yere kapaklanmış haliyle leğende üstüne düşmüş dışarıda sadece ayakları kalmıştı. Gülmemek için kendini zor tutar Etem; “Ne sırrı berk adammış, leğeni kaça aldığını demeden ahrete göçtü” diye yandakilerine dert yanıyordu.