Merhaba sevgili okurlarım,
Geçenlerde değerli dostum Dr. Erdal Ahat’la şöyle bir, az-çok ormanlaşmış Kervansaray Dağı’nda Kırşehir’i seyrettik.
Sahipsizliğine, çaresizliğine kim bilir kaç kere kafa yorup yazılar kaleme aldığım Kırşehir’ime baktım.
Baktım, baktım. Ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim Kırşehir bir garip bir garipti…
Bir hüzün çöküyor yine. Zaman zaman olduğu gibi. Bir şey mi başlıyor, yoksa yarım kalmış bir şey mi tükeniyor?
Benim gibi memleketine bağlı, memleketini ölümüne seven, ona söz söyletmeyen gazeteci de işte böyle düşünür durur.
Benim böylesine Kırşehir sevgimi sorgulayan birileri, önce kendileri aynaya bakmalıdır, dönüp geriye bakmalıdırlar. Kırşehir’i terk edip gidenler, memleketine gelip insan içine çıkamayan niceleri var ki bunları isim isim yazsam değmez tabi. Kırşehir’i seven benim gibi Kırşehir’de yaşar, Kırşehir’in tozunu, toprağını, soğunu, sıcağını iliklerine kadar yaşar!
Kırşehir uğruna yazmadığın ne kaldı ki?
Zamana meydan okurcasına mı, yoksa zaman mı sana meydan okudu?
Saklama yaşını, bilen bilir!
“Ahi Baba” Karagüllü’ye ne zaman takılsam, ne zaman yaşını sorsam “39 yaşındayım” derdi.
İşte bunun için yaşın önemi yok.
Önemli olan senin çocukluğundan bu yana sürekli elinde kalemi bırakmaman.
O kalem ki eskidi atıldı, yerine geldi bilgisayarlar.
Bilgisayarlarla daha çabuk, daha seri hemen düzeltmeler oluyor.
Her yeni yazıya başlarken, kendime “vazgeç!” derim.
Yüzlerce yazı masamda uyukluyor.
Bunlar bir zamanlar sözde görev yapmışlar. Hiç olmazsa bizim dünyamızı değiştirmek istemişler. Yazılarımın başlıklarına bakıyorum hep Kırşehir, Kırşehir, Kırşehir diye bitirmişim.
Görüyor musun, yine hüzünlendim ben. Yıllar geçti, şu sözün, sözcüğünün Türkçe karşılığını bulamadım.
Hüzün nedir?
Tanımını yapmak ta güç.
Ağlamaklı bir şey değil.
Göz yaşartmıyor, ağlamak, sızlamak yok.
Hüzünlenmek nedir diye yazmak kolay geliyor. Bilmem okurlarım anlıyor mu?
Hüzün diye dalıp gittim, Türkçesini bulamamışız. Belki de iyi olmuş. Dilimizde pek çok yabancı sözcük var. Arapçasından, Fransızcaya, İngilizce’ye. Benimsemişiz, yeri geldiğinde kullanıyoruz babamızın malı gibi…
Bıraksam hüzünleneceğiz. Oysa hüzün elimizi ayağımızı tutan, yanlış bir davranışın belirtisi olsa gerek.
Hüznü dillerimizden çıkarsak belki daha iyi olacak.
Canlanmak, dirilmek, dayanmak, yaşamak varken niye kendimizi olmayan bir şeye kaptıralım!
Mutluluk, coşku, sevgi yok mu?
Yıkılsın hüzün, yok olsun gitsin!
Gitsin demekle de gitmiyor ki?
Kırşehir’de işler kötüye gidiyor.
Kırşehir’in sorunları katmerleniyor.
Kim çözecek bunları?
Var mı güçlü siyasetçin?
Gel de Kırşehir için hüzünlenme!
Bağımsızlığımızı yaşamak belki de hüzünlerden kurtulmak olmalı.
“Hüzünlendim ben yine” gidemeden yazımı hüzünlenip fazla uzatmadan Melih Cevdet Anday’ın şu çok sevdiğim dizeleri ile sizleri baş başa bırakıyorum:

OLSUN DA GÖR!

O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle gülü bülbülü
Çifter çifter aylar gökyüzünde
Her gece ayın on dördü

Kuşlar geçecek damların üstünden
Kuşlar konacak dallara
Kanat seslerini duyup uyanırlarsa
Gene kuşlarla uyusun çocuklar
Olanı biteni anlatma.

Hiç görmediğim şey bu
Kurdun gözü yılmış sürüden
Elmanın yarısı soğuk yarısı sıcak
Ağulu bitkilere dolanmış salkım
Güneşten yağmur boşanacak

Yetsin demir çağının beyliği
Yeni bir gün başlıyor demek
Yeryüzünde korkusuz yaşamak
İki milyar kişiye bir dünya
İki milyar kişiye iki milyar ekmek

Yazık olur bu düş yarı kalırsa
Barış günü insan hakkı yenirse
Köroğlu'nun sözü dinlenmelidir
Sivas ilinin Banaz köyünden
Pir Sultan Abdal dirilmelidir

Ah günüm yetse görmeye seni
Seni övmeye gücüm yetse
Barış çağı altın çağ
Son ozanı ben olayım bu özlemin
Bu özlem bitse

O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle deli ozanı
Baştanbaşa sevda, baştanbaşa tutku
Dili baldan tatlı